Tam da Meyhanede Mahsur Kalmalık Gün
İstanbul’daki elli dördüncü gün ve son gecem.
Ayrılmaya bir önceki gün karar verdik. Annemin kaybı sonrası yapılması gereken resmi işlerin peşinde evraklarımızı toplamışken, son kertede vergi dairesinde randevular doluydu. İstanbul’da bir dakika fazla kalmak istemediğimden, "çok da acelesi yoktur" diyebildik ve artık uçak biletlerimizi aldık.
Annemin vefatına uzanan sürecin üzüntüsü bir yana, İstanbul’da kalmak bana pek iyi gelmiyor. İstanbul doğup büyüdüğüm ve harika bir şehir olsa da, artık buraya ait hissetmiyorum. Hele elde olmayan sebeplerden kalış süresi uzarsa afakan basıyor. Bunu sizinle paylaşıyorum; zira bazı arkadaşlarım İstanbul konusunda hassas, hatta kafi ötesi şoven oldukları için hızlı bir savunmayla azarlayabilirler. Yani aramızda kalsın. Hayatımı uğraşlarımın olduğu, gökyüzünü görebildiğim ve tüm sosyal çevremi kurduğum yerden uzakta geçirince İstanbul’da pek yapacak bir şey bulamıyorum.
Bunun üstüne, konuya vakıf arkadaşlarımca onlarca etkinlik haberi paylaşıldı; çık bir yürü, kahve iç, arkadaşlarınla buluş tavsiyeleri verildi. “Yani yapacak sürüyle şey var, mızmızlanmanın da alemi yok.”
Tüm bu öneriler, yaşadığım zorlu süreçte kafamı toplamak için özel hediyeler elbette. Öneri sahibi dostlarımı çok seviyorum. Fakat atlanan bir şey olduğunu düşünüyorum: o da bu önerilerin "ben olsam..." düşüncesiyle sunulmuş olmalarıydı. Herkes kendi penceresinden bakıyor sonuçta.
Mesela şöyle test edilebilir: Çevrenize uzun bir yolculuğa çıkacağınızı söyleyin. "Senin adına sevindim!" diyebilenlerin sayısının ne kadar az olacağını göreceksiniz. Çoğunlukla "Geride kalanlar ne olacak? O kadar bütçen var mı? Ne yapacaksın orada? Ya soyulursan?" gibi kişisel endişeler yansıtılır. Başkalarının söyledikleri bir yere kadar önemlidir, fakat sizin arzularınızı, isteklerinizi perdelemeye başladığında kulak tıkanmalıdır. En azından buna inanırım.
İstanbul’da da beni iyileştireceğine, iyi geleceğine inanılan o tavsiyeler, benim pek yapmak istediğim şeyler değildi. Zaten bu elli dört günün çoğunda hastaneye yürüdüm. Hatta dönüşte farklı istasyonlarda inerek eve dönüş yolunu uzattım. Sahile, karşıya, oraya buraya gitmek meşakkatli olduğundan, hastane dönüşü yürüyüşler yürüyüş kabul edilebilir. Bir iki kere kahve içmeye gittik Hülya ile. Bazı akşamlar Vodka’yı çıkardık hava almaya. Mecidiyeköy’deki Torun Center’ın önündeki peyzajın izin verdiği kadar oyun oynayabiliyor Vodka. İstanbul bir köpek için bile yaşanacak yer değil. Eh bir de üç gece de rakı içmeye gittik… Zamanı kendi belirleyemediğim durumlarda keyfim de olmuyor. Anneme duyduğum derin üzüntü göğsüme oturmuşken, çaresiz hissederken, en kötüsü beklerken neyin keyfini alabilirdim ki?
Oysa benim aradığım kaçış noktası, Bodrum’daki hayat felsefemin ta kendisidir. Örneğin, biz yürüyüşe çıkarız ama aynı zamanda ot ve mantar toplarız mevsiminde. Ali arar: “Akşam öğünü çıksa yeter” der, vururuz kendimizi tepelere. Veya kısa, uzun yarımada turları atarım bisikletle. O turlarda dalından tatlı böğürtlen, ekşi erik yemektir yapmaktan hoşlandığım. Bir gün Ali ile başka gün Kaan’la. Geçerken birine de uğranır. Çayını içersin. Veyahut bahçede oyalanmaktır, toprakla uğraşmaktır sevdiğim. Ya da salı günleri Baçça’ya kaçmaktır arada sırada... Yaptığımızdan söylüyorum: şiddetine bakmaksızın yağmurda meyhanede mahsur kalmaktır yaşamak.
Saydığım tüm bu şeyleri Bodrum’da sürekli yapabilirsiniz. Çünkü her seferinde hikaye mutlaka değişir. Farkındaysanız Bodrum gibi bir yerde yüzmekten bahsetmiyorum. Sevmediğimden değil; bu huy bende yoktur. Yıllarca boğaz kıyısında yaşayıp denizi fon olarak bellediğimden kaynaklanıyor olabilir. Deniz hiç aklıma gelmez, biri davet etmedikçe.
Bodrum’da da yapmak istemediğim şeylerle arama mesafe koyarım. Yaz aylarında gelen giden trafiği artar. Her misafirimle gece dışarı çıkamam. Onların trend restoranlara, barlara gitme arzuları bana çok fazla şehir kokusu üfler. Yine de onları anlarım. Bütün yıl işe yetiş, trafikte sıkış, köle gibi çalış... Elbette bir kaç günlüğüne dağıtmayı isteyecekler. Ne yazık ki benlik değildir.
Annemi kaybetmeden önceki akşamdı; Asmalı Cavit’te bir hafta sonrasına yer ayırtmıştım. Çünkü daha hâlâ İstanbul’da kalacağımızı düşünüyorduk. Annem direniyor, fiziken tükense de değerleri nihayet düşüyordu. Umudu canlı tutan işaretlerdi. Fakat yorgun kalbi daha fazla dayanamadı. Durdu.
Cenazesinde “Artık Bodrum’a döner ve uzun zaman İstanbul’a gelmezsin sen,” diyenler haklıydılar. Sadece bir kaç gün resmi işler ve masa ayırttığım Asmalı Cavit’teki akşam için kalacaktım. Hatta o yemek, İstanbul’da geçen elli dört güne nokta koyabilirdi artık.
Asmalı Cavit bana kalırsa İstanbul’un en güzel meyhanelerinden biri. Oraya, sevgili ustam Serdar Benli’nin tavsiyesiyle gitmeye başlamıştım. Galata’ya taşınmadan evvel başlayan Cuma rezervasyonlarımız, taşındıktan sonra hızla bir ritüele dönüştü. Hep iki veya üç kişiyiz diye yer ayırtırdım, ancak masamız bilip de uğrayanlarla kalabalıklaşırdı. Orada kendimi ev sahibi gibi hissederdim. Davete gerek yoktu. "Bugün günlerden Cuma, hadi gidip Coka’nın masasına oturalım!" diyen gelirdi...
Bu ev sahibi olma haline dönüşmeden önce, mekânın acemi müşterisi olarak beni oraya neyin bağladığını da açıklamak isterim.
Asmalı Cavit tam bir aile işletmesi. Bu bence kıymetli bir şeydir. Cavit Bey, kızı Seyhan ve oğlu Savaş sıcak kanlı insanlardır. Daha ilk andan itibaren sevmiştim. Sonra dost olduk. Mekânda çalışanların çoğu da aileden ve akrabalardan oluşur. Giriş katının garsonu İbo’yu da artık aileden saymak yanlış olmaz. O da dostlarımdan biridir. Hepsi güzel insanlardır; giderseniz göreceksiniz ki kendinizi çok tanıdık bir yerde hissediyorsunuz. Beni ilk sarmalayan da bu oldu.
Hâlâ Asmalı Cavit’teki gibi bir köz patlıcan salatası yapabileni görmedim. Şiir gibi bir tadı vardır. Artık nasıl bir el dokunuyorsa, değme Michelin yıldızlı restorandan daha gurme lezzetler çıkar mutfaklarından. Gözlerim dolar lezzetinden. Neyi seviyorsanız, daha çok seversiniz burada. Boşuna İstanbul’da en mutlu olduğum yer, mabet demem yani.
Ben gün içinde bu yazının başındayken kardeşim aradı. Meteoroloji uyarı yapmış, valilik de okulları tatil etmiş. Felaket bir yağış geliyormuş. Çocuk okutanların bir çırpıda yakalayabildikleri bir haber bu. Sosyal medyada da son dakika uyarıları önüme düşmeye başladı. Bu uyarılar ve Asmalı Cavit’e gidecek oluşumuz, kulağımda kalmış bir şeyi anımsattı.
İstanbul’un en niş tasarım ofislerinden Zebra Design Factory sahibi Ali Gürevin, Bodrum’a taşındıktan sonra burada da bir ofis açmak ve küçük bir ekip kurmak istiyormuş. On altı yıl çalıştığım Republica’nın sahibi Murat Patavi, konuyu öğrenince adımı ortaya atmış. "Coka da Bodrum’da ya! Konuş sana pekâlâ destek olabilir!"
Ali Gürevin’i öğrencilik yıllarımdan beri takip ederdim. Zebra’yla çalışmak üzere bir kaç kez başvurmuştum fakat kısmet değilmiş. Bodrum, ahbaplığı ilerlettiğimiz ortak paydamız oldu. Yapmak istediklerini anlattı. “Eh, madem Bodrum’dayız, gel beraber çalışalım. Sana da değişiklik olur!" teklifini de hemen kabul ettim. İnsan uzun süre uzak kalınca bazen ofis ortamını özlüyor. İşe gidip gelme fikri de evden çıkmak için harika bir bahaneydi doğrusu. Bir buçuk yıl çalıştık beraber. (Ha, artık bir ofis temposunun bana göre olmadığını da anladım o ayrı.)
Konacık Sanayii’de, küçük bir mekândı ofisimiz. Dört kişilik bir ekiptik. Ali, Burcu, Dilek ve ben.
Gökyüzünü kara bulutların kapladığı, yağmurun şiddetini artırdığı bir gün, ofiste Dilek ile yalnızdık. Burcu ve Ali bir toplantıya gitmişlerdi. Hem iş yapıp hem de sohbet ederken, bir müddet dışarıda kopan şaşaya dalıp gitmişiz. Öyle güzel yağıyordu ki her bir yağmur damlası tek tek seçilebiliyordu. Gri beyaz bulutlar sürrealdı. Zihnimde kadehte su ile beyazlayan rakı canlanmıştı. Bir tek anason kokusu eksikti. Bunun üstüne derin bir iç çektikten sonra Dilek: "Tam da bir meyhanede mahsur kalmalık bir gün," deyiverdi. Kusursuz bir zamanlamaydı.
O gün bugündür kulağımdadır. Madem yağmur İstanbul’u vuracak, o hâlde biz neden Asmalı Cavit’te mahsur kalmayalım dedim.
Saat yedi gibi mekandaydık. Evren bizden önce gelmiş kapıda karşıladı. Sonra Seyhan, Savaş ve Cavit Bey ile hasretle sarıldık. Baş sağlığı dilediler. Masamıza otururken de İbo ile sarıldık. Herkes oradaydı. Her şey yerli yerinde, bıraktığım gibi. Sadece yağmur yoktu.
Hayalim, şakır şakır yağmuru izlerken ve restoranda sadece biz varken, rakı içmekti. Öyle bir sahne hayal etmiştim ki sabaha kadar orada yağmurun ne zaman kesileceğini düşünmeden oturacaktık. Elimde taşıdığım şemsiye, sırtıma geçirdiğim mont fazla geldi birden. Boşuna almışım.
Yine de “İstanbul’daki son akşam yemeğimiz” gerçeği değişmedi. Bir 15-20 dakika sonra da Gülay katıldı bize. O gelince siparişimizi verdik. Hülya, Duru, Evren ve Gülay’la beraber ilk dublelerimizi kaldırıp yudumladık.
Elli dört gün niye bekledim Asmalı Cavit’e gitmek için? Çocuk musun diyeceksiniz belki ama en sevdiği yiyeceği sona saklamak gibi bir şey benimkisi. Çocukken kremalı bisküvileri sırf kremasını en son tatmak üzere tuhaf tuhaf yerdik. Akranlarım anlayacaktır. O zamanlar sevilen şeyler, hazzı büyütmek üzere sona bırakılırdı. Bugün hala var; çubuk krakeri normal değil yatay kemirirdik. Külahta dondurma alırken vanilyayı hala en alta koydururum.
Asmalı Cavit, işte o bisküvinin kreması, çubuk krakerin tuzu, dondurmanın vanilyasıdır; sona saklanan en büyük hazdır. Bir şekilde müdavimlik tanımımı yapmış da oldum sanırım. Hep gitmektense, sınırı aşmamak kaydıyla zaman koyarak özlenmelidir. Özlemek için de farklı restoranları da deneyimlemek gerekir. Zaten son zamanlarda farklı yerleri—ama iyi yerleri—deneyimleme fikri bana daha cazip geliyor.
Bir süreliğine durun ve her yıl aynı yerde tatil yaptığınızı canlandırın kafanızda. Neden orayı bu kadar çok sevdiğinizi anlamak için başka yerleri görmeniz gerektiğine ikna olmanızı çok isterim. Bir ömür boyu yaz tatillerine sadece Silivri Güneş Sitesi’ne giden biri, orayı neden sevdiğini açıklayamaz. Bak gene uzattım lafı. Umarım anlatabilmişimdir.
Hep aynı şeyleri yapmak, şu kısacık hayatta belki de çok önemli başka hikayeleri ıskalamaktır. Eğer bir günah varsa, o da budur.
Yağmur yağmadı, mahsur da kalmadık ama İstanbul’daki elli dördüncü gün benim için harika geçti. Sadece masa etrafındakiler değil, mekanın içinde herkes yüzüme bir gülümseme iliştirdi. Annemi kendi meşrebimce uğurladım. Artık elli beşinci günün akşamı yıla çıkmak için hazırdım.
Ayrılmaya bir önceki gün karar verdik. Annemin kaybı sonrası yapılması gereken resmi işlerin peşinde evraklarımızı toplamışken, son kertede vergi dairesinde randevular doluydu. İstanbul’da bir dakika fazla kalmak istemediğimden, "çok da acelesi yoktur" diyebildik ve artık uçak biletlerimizi aldık.
Annemin vefatına uzanan sürecin üzüntüsü bir yana, İstanbul’da kalmak bana pek iyi gelmiyor. İstanbul doğup büyüdüğüm ve harika bir şehir olsa da, artık buraya ait hissetmiyorum. Hele elde olmayan sebeplerden kalış süresi uzarsa afakan basıyor. Bunu sizinle paylaşıyorum; zira bazı arkadaşlarım İstanbul konusunda hassas, hatta kafi ötesi şoven oldukları için hızlı bir savunmayla azarlayabilirler. Yani aramızda kalsın. Hayatımı uğraşlarımın olduğu, gökyüzünü görebildiğim ve tüm sosyal çevremi kurduğum yerden uzakta geçirince İstanbul’da pek yapacak bir şey bulamıyorum.
![]() |
| İstanbul'da en mutlu olduğum yer. |
Bunun üstüne, konuya vakıf arkadaşlarımca onlarca etkinlik haberi paylaşıldı; çık bir yürü, kahve iç, arkadaşlarınla buluş tavsiyeleri verildi. “Yani yapacak sürüyle şey var, mızmızlanmanın da alemi yok.”
Tüm bu öneriler, yaşadığım zorlu süreçte kafamı toplamak için özel hediyeler elbette. Öneri sahibi dostlarımı çok seviyorum. Fakat atlanan bir şey olduğunu düşünüyorum: o da bu önerilerin "ben olsam..." düşüncesiyle sunulmuş olmalarıydı. Herkes kendi penceresinden bakıyor sonuçta.
Mesela şöyle test edilebilir: Çevrenize uzun bir yolculuğa çıkacağınızı söyleyin. "Senin adına sevindim!" diyebilenlerin sayısının ne kadar az olacağını göreceksiniz. Çoğunlukla "Geride kalanlar ne olacak? O kadar bütçen var mı? Ne yapacaksın orada? Ya soyulursan?" gibi kişisel endişeler yansıtılır. Başkalarının söyledikleri bir yere kadar önemlidir, fakat sizin arzularınızı, isteklerinizi perdelemeye başladığında kulak tıkanmalıdır. En azından buna inanırım.
İstanbul’da da beni iyileştireceğine, iyi geleceğine inanılan o tavsiyeler, benim pek yapmak istediğim şeyler değildi. Zaten bu elli dört günün çoğunda hastaneye yürüdüm. Hatta dönüşte farklı istasyonlarda inerek eve dönüş yolunu uzattım. Sahile, karşıya, oraya buraya gitmek meşakkatli olduğundan, hastane dönüşü yürüyüşler yürüyüş kabul edilebilir. Bir iki kere kahve içmeye gittik Hülya ile. Bazı akşamlar Vodka’yı çıkardık hava almaya. Mecidiyeköy’deki Torun Center’ın önündeki peyzajın izin verdiği kadar oyun oynayabiliyor Vodka. İstanbul bir köpek için bile yaşanacak yer değil. Eh bir de üç gece de rakı içmeye gittik… Zamanı kendi belirleyemediğim durumlarda keyfim de olmuyor. Anneme duyduğum derin üzüntü göğsüme oturmuşken, çaresiz hissederken, en kötüsü beklerken neyin keyfini alabilirdim ki?
![]() |
| Bizim İstanbul'da kalmamızın kazananı Vodka oldu. |
Oysa benim aradığım kaçış noktası, Bodrum’daki hayat felsefemin ta kendisidir. Örneğin, biz yürüyüşe çıkarız ama aynı zamanda ot ve mantar toplarız mevsiminde. Ali arar: “Akşam öğünü çıksa yeter” der, vururuz kendimizi tepelere. Veya kısa, uzun yarımada turları atarım bisikletle. O turlarda dalından tatlı böğürtlen, ekşi erik yemektir yapmaktan hoşlandığım. Bir gün Ali ile başka gün Kaan’la. Geçerken birine de uğranır. Çayını içersin. Veyahut bahçede oyalanmaktır, toprakla uğraşmaktır sevdiğim. Ya da salı günleri Baçça’ya kaçmaktır arada sırada... Yaptığımızdan söylüyorum: şiddetine bakmaksızın yağmurda meyhanede mahsur kalmaktır yaşamak.
![]() |
| Geleneksel Girel yılbaşı yürüyüşü |
![]() |
| Mantar ararsan değil aramazsan bulunabilen bir şey. |
![]() |
| Öğünlük |
![]() |
| Baçça, Nazmi'lerin bahçe evi ama tabelamız da var. |
![]() |
| Baçça'da ateş va, rakı va, aş va, maabet va... |
![]() |
| Bacca şampiyonlar Ligi Kadrosu |
![]() |
| Günün ortasında sırf yağmur yağıyor diye işi gücü bırakıp Geremeli'ye mahsur kalmaya gelmiştik iki saatliğine. |
Bodrum’da da yapmak istemediğim şeylerle arama mesafe koyarım. Yaz aylarında gelen giden trafiği artar. Her misafirimle gece dışarı çıkamam. Onların trend restoranlara, barlara gitme arzuları bana çok fazla şehir kokusu üfler. Yine de onları anlarım. Bütün yıl işe yetiş, trafikte sıkış, köle gibi çalış... Elbette bir kaç günlüğüne dağıtmayı isteyecekler. Ne yazık ki benlik değildir.
![]() |
| Güvercinlik tarafları |
![]() |
| Son zamanlarda en sık bisiklete bindiğim dostlarım. Ali ve Kaan |
![]() |
| Ali ile kilometre toplarken |
![]() |
| Bodrum'da yapmaktan hoşlandığım şeylerden bir kaçını paylaşmış oldum |
Bak gördün mü, konudan nasıl da saptım? Oysa söze şöyle girmiştim: İstanbul’daki elli dördüncü gün ve son gecem.
Annemi kaybetmeden önceki akşamdı; Asmalı Cavit’te bir hafta sonrasına yer ayırtmıştım. Çünkü daha hâlâ İstanbul’da kalacağımızı düşünüyorduk. Annem direniyor, fiziken tükense de değerleri nihayet düşüyordu. Umudu canlı tutan işaretlerdi. Fakat yorgun kalbi daha fazla dayanamadı. Durdu.
Cenazesinde “Artık Bodrum’a döner ve uzun zaman İstanbul’a gelmezsin sen,” diyenler haklıydılar. Sadece bir kaç gün resmi işler ve masa ayırttığım Asmalı Cavit’teki akşam için kalacaktım. Hatta o yemek, İstanbul’da geçen elli dört güne nokta koyabilirdi artık.
Asmalı Cavit bana kalırsa İstanbul’un en güzel meyhanelerinden biri. Oraya, sevgili ustam Serdar Benli’nin tavsiyesiyle gitmeye başlamıştım. Galata’ya taşınmadan evvel başlayan Cuma rezervasyonlarımız, taşındıktan sonra hızla bir ritüele dönüştü. Hep iki veya üç kişiyiz diye yer ayırtırdım, ancak masamız bilip de uğrayanlarla kalabalıklaşırdı. Orada kendimi ev sahibi gibi hissederdim. Davete gerek yoktu. "Bugün günlerden Cuma, hadi gidip Coka’nın masasına oturalım!" diyen gelirdi...
![]() |
| 2009-2010'du sanırım ilk kez gittiğimde. |
Bu ev sahibi olma haline dönüşmeden önce, mekânın acemi müşterisi olarak beni oraya neyin bağladığını da açıklamak isterim.
Asmalı Cavit tam bir aile işletmesi. Bu bence kıymetli bir şeydir. Cavit Bey, kızı Seyhan ve oğlu Savaş sıcak kanlı insanlardır. Daha ilk andan itibaren sevmiştim. Sonra dost olduk. Mekânda çalışanların çoğu da aileden ve akrabalardan oluşur. Giriş katının garsonu İbo’yu da artık aileden saymak yanlış olmaz. O da dostlarımdan biridir. Hepsi güzel insanlardır; giderseniz göreceksiniz ki kendinizi çok tanıdık bir yerde hissediyorsunuz. Beni ilk sarmalayan da bu oldu.
Hâlâ Asmalı Cavit’teki gibi bir köz patlıcan salatası yapabileni görmedim. Şiir gibi bir tadı vardır. Artık nasıl bir el dokunuyorsa, değme Michelin yıldızlı restorandan daha gurme lezzetler çıkar mutfaklarından. Gözlerim dolar lezzetinden. Neyi seviyorsanız, daha çok seversiniz burada. Boşuna İstanbul’da en mutlu olduğum yer, mabet demem yani.
![]() |
| Asmalı Cavit çizimlerimden |
![]() |
| Eğer giderseniz duvarda hala bu çizimi bulabilirsiniz. Geleneksel menümüz. |
![]() |
| Hülya önde, Seyhan arkada... / Asmalı Cavit |
Ben gün içinde bu yazının başındayken kardeşim aradı. Meteoroloji uyarı yapmış, valilik de okulları tatil etmiş. Felaket bir yağış geliyormuş. Çocuk okutanların bir çırpıda yakalayabildikleri bir haber bu. Sosyal medyada da son dakika uyarıları önüme düşmeye başladı. Bu uyarılar ve Asmalı Cavit’e gidecek oluşumuz, kulağımda kalmış bir şeyi anımsattı.
İstanbul’un en niş tasarım ofislerinden Zebra Design Factory sahibi Ali Gürevin, Bodrum’a taşındıktan sonra burada da bir ofis açmak ve küçük bir ekip kurmak istiyormuş. On altı yıl çalıştığım Republica’nın sahibi Murat Patavi, konuyu öğrenince adımı ortaya atmış. "Coka da Bodrum’da ya! Konuş sana pekâlâ destek olabilir!"
Ali Gürevin’i öğrencilik yıllarımdan beri takip ederdim. Zebra’yla çalışmak üzere bir kaç kez başvurmuştum fakat kısmet değilmiş. Bodrum, ahbaplığı ilerlettiğimiz ortak paydamız oldu. Yapmak istediklerini anlattı. “Eh, madem Bodrum’dayız, gel beraber çalışalım. Sana da değişiklik olur!" teklifini de hemen kabul ettim. İnsan uzun süre uzak kalınca bazen ofis ortamını özlüyor. İşe gidip gelme fikri de evden çıkmak için harika bir bahaneydi doğrusu. Bir buçuk yıl çalıştık beraber. (Ha, artık bir ofis temposunun bana göre olmadığını da anladım o ayrı.)
Konacık Sanayii’de, küçük bir mekândı ofisimiz. Dört kişilik bir ekiptik. Ali, Burcu, Dilek ve ben.
Gökyüzünü kara bulutların kapladığı, yağmurun şiddetini artırdığı bir gün, ofiste Dilek ile yalnızdık. Burcu ve Ali bir toplantıya gitmişlerdi. Hem iş yapıp hem de sohbet ederken, bir müddet dışarıda kopan şaşaya dalıp gitmişiz. Öyle güzel yağıyordu ki her bir yağmur damlası tek tek seçilebiliyordu. Gri beyaz bulutlar sürrealdı. Zihnimde kadehte su ile beyazlayan rakı canlanmıştı. Bir tek anason kokusu eksikti. Bunun üstüne derin bir iç çektikten sonra Dilek: "Tam da bir meyhanede mahsur kalmalık bir gün," deyiverdi. Kusursuz bir zamanlamaydı.
O gün bugündür kulağımdadır. Madem yağmur İstanbul’u vuracak, o hâlde biz neden Asmalı Cavit’te mahsur kalmayalım dedim.
Saat yedi gibi mekandaydık. Evren bizden önce gelmiş kapıda karşıladı. Sonra Seyhan, Savaş ve Cavit Bey ile hasretle sarıldık. Baş sağlığı dilediler. Masamıza otururken de İbo ile sarıldık. Herkes oradaydı. Her şey yerli yerinde, bıraktığım gibi. Sadece yağmur yoktu.
Hayalim, şakır şakır yağmuru izlerken ve restoranda sadece biz varken, rakı içmekti. Öyle bir sahne hayal etmiştim ki sabaha kadar orada yağmurun ne zaman kesileceğini düşünmeden oturacaktık. Elimde taşıdığım şemsiye, sırtıma geçirdiğim mont fazla geldi birden. Boşuna almışım.
Yine de “İstanbul’daki son akşam yemeğimiz” gerçeği değişmedi. Bir 15-20 dakika sonra da Gülay katıldı bize. O gelince siparişimizi verdik. Hülya, Duru, Evren ve Gülay’la beraber ilk dublelerimizi kaldırıp yudumladık.
Elli dört gün niye bekledim Asmalı Cavit’e gitmek için? Çocuk musun diyeceksiniz belki ama en sevdiği yiyeceği sona saklamak gibi bir şey benimkisi. Çocukken kremalı bisküvileri sırf kremasını en son tatmak üzere tuhaf tuhaf yerdik. Akranlarım anlayacaktır. O zamanlar sevilen şeyler, hazzı büyütmek üzere sona bırakılırdı. Bugün hala var; çubuk krakeri normal değil yatay kemirirdik. Külahta dondurma alırken vanilyayı hala en alta koydururum.
Asmalı Cavit, işte o bisküvinin kreması, çubuk krakerin tuzu, dondurmanın vanilyasıdır; sona saklanan en büyük hazdır. Bir şekilde müdavimlik tanımımı yapmış da oldum sanırım. Hep gitmektense, sınırı aşmamak kaydıyla zaman koyarak özlenmelidir. Özlemek için de farklı restoranları da deneyimlemek gerekir. Zaten son zamanlarda farklı yerleri—ama iyi yerleri—deneyimleme fikri bana daha cazip geliyor.
Bir süreliğine durun ve her yıl aynı yerde tatil yaptığınızı canlandırın kafanızda. Neden orayı bu kadar çok sevdiğinizi anlamak için başka yerleri görmeniz gerektiğine ikna olmanızı çok isterim. Bir ömür boyu yaz tatillerine sadece Silivri Güneş Sitesi’ne giden biri, orayı neden sevdiğini açıklayamaz. Bak gene uzattım lafı. Umarım anlatabilmişimdir.
Hep aynı şeyleri yapmak, şu kısacık hayatta belki de çok önemli başka hikayeleri ıskalamaktır. Eğer bir günah varsa, o da budur.
Yağmur yağmadı, mahsur da kalmadık ama İstanbul’daki elli dördüncü gün benim için harika geçti. Sadece masa etrafındakiler değil, mekanın içinde herkes yüzüme bir gülümseme iliştirdi. Annemi kendi meşrebimce uğurladım. Artık elli beşinci günün akşamı yıla çıkmak için hazırdım.

















Yorumlar
Yorum Gönder