Çakırkeyif Notlar
Az biraz çakırkeyif oturdum bilgisayar başına. Saat tam olarak 18:59. Ve harika bir Cumartesi. Çakırkeyif yazmayalı çok uzun zaman olmuştu. O nedenle biraz geri saracağım.
Her ne kadar kendimi eğlendirecek, oyalayacak bir şeyler arasam, buraya neşeli satırlar eklemeye çalışsam da hastaneden darmadağınık ayrıldım. İnsan psikolojisi çok acayip. Bir iyi, bir kötü. Hele böyle durumlarda. Sadece ben bu hallerde değildim elbette.
Benim can sıkıntım; annem bir tarafa, İstanbul’da sıkışıp kalmakla alakalı. Şehir bana, gücü yettiğini zorbalayan bir zibidi gibi geliyor. Hani bazen İstanbul’u sevmediğimi sayıklarım ya. Hah, işte tam da bu yüzden.
Peki, beni yalnız bırakmamak için peşimden İstanbul’a gelen Hülya iyi mi? Veya normal mi? I-ıh, değil. Onun da burada geçirdiği vakit uzadıkça nefes alamamaya başlıyor. Kabul, kızının yanında bir taraftan. Fakat Hülya’nın da kendini bir nevi misafir gibi hissettiğini düşünüyorum. Misafiri yanlış kullandım sanırım! Adını siz koyun artık: Dağılmış, hiçbir şeye elini sürmeyen, 13:00-15:00 arası annesini görmek dışında pek bir şey yapmayan, saçma sapan YouTube videoları arasında kaybolmuş, artık pek de konuşmayan kocası ile düzenine ayak uydurmaya çalıştığı ev sahibi kızı arasında, tanımsız bir konumda duruyor bir süredir. Kendini yalnız hissettiğine inanıyorum.
Bir de ben buraya anneme dair en kötü senaryoyu düşünerek geldiğimden, Hülya’nın merhameti beni tek başıma bırakmaya izin vermedi. Fakat anneme atfedilen kritik zaman atlatılınca, ben ve kardeşim gibi o da arafta kaldı. Hareket edemez hale geldi. İşte bu büyük iç sıkıntısını birbirimize itiraf etmenin ayıp olduğunu düşünerek kendimizi kemirmeye başlamışız meğer. Yoğun bakım var gücüyle annemi hayatta tutmaya gayret ediyor. Bu annem için olduğu kadar bizim için de bir işkenceye dönüyor. Onu her gün yoğun bakımda görmek mahvediyor. Her ne kadar geri dönüşü çok zor gibi gözükse de tüm gücümüzle solunumunu kendi yapabilsin diye dua ediyoruz.
Bu alt konu benim için de epey taze aslında. “Oğlum, ikna et kardeşini. Girsin yanına. Belli ki annen onu bekliyor!” gibi söylemler, hemen hemen eşin, dostun, akrabanın ortak söylemi. Şu soru geliyor tabii: Biraderin niye hastaneye gitmiyor? Elbette hazır hissettiğinde gelecek. İnsanların bu kadar önemsediği küçük şeyler hep canımı sıkmıştır.
Birincisi, kardeşim, tanıdığım en duygusal adam. Kardeş deyince zihninizde küçücük bir insan canlanmasın; aramızda yalnızca 24 ay var. Yani o da 50’sini devirmiş bir adam. Bizim de sağlığı için uyardığımız, eritmeye çalıştığı bir kilosu var. Yıllardır da çok stresli bir iş yürütüyor. Şirketi, bağlantıları, müşterileri Amerika'dayken sırf vize randevusu alamadığı için o da buraya sıkışmış durumda. Neyse bu başka ve uzun bir mesele.
Şortlu Bir Bodrumlu: Rutinin Bozulması
Haftanın son günü, yani dün, üstümde tişört, kıçımda şort hastaneye yollandım. Bodrum’dan yanıma aldığım tek pantolon henüz kurumamıştı. Hatta Perşembe günü de sırf yeni yıkandı diye anneme gidememiştim. Hava soğuk ve rüzgârlıydı. Annemi ziyaret etmeyi ıskalamak, rutini bozmak canımı sıksa da üşütüp hasta olmak da istemiyordum. Zira zaten enfeksiyonla savaşan annemle beraber dokuz hastanın yaşamını riske atmış olurdum. Cuma günü pantolon hâlâ nemli olunca şortumu giyiverdim. Herkesin artık ince montlarını sırtlarına geçirdiği bu günlerde, aralarında tam da bir Bodrumlu gibi kalmıştım şortumla.Her ne kadar kendimi eğlendirecek, oyalayacak bir şeyler arasam, buraya neşeli satırlar eklemeye çalışsam da hastaneden darmadağınık ayrıldım. İnsan psikolojisi çok acayip. Bir iyi, bir kötü. Hele böyle durumlarda. Sadece ben bu hallerde değildim elbette.
![]() |
Evimizi ve bahçemizi aşırı özledim. |
Kaçınılmaz Stres
İstanbul’un öbür ucunda oturan kardeşim, evinin kanepesine gömülmüşken, artık stresten midir, benimki gibi can sıkıntısından mıdır bilinmez, cildinde döküntüler peyda olmuş. An gelip saat başı konuştuğumuz zamanlar dışında, tamamen sessizliğe gömüldüğümüz bir aralığa denk gelmişti döküntülerin ortaya çıkışı. Bu sessiz aralık, güç ve dirayetimizin eşiğinin çok düştüğü anlarla örtüşür.Benim can sıkıntım; annem bir tarafa, İstanbul’da sıkışıp kalmakla alakalı. Şehir bana, gücü yettiğini zorbalayan bir zibidi gibi geliyor. Hani bazen İstanbul’u sevmediğimi sayıklarım ya. Hah, işte tam da bu yüzden.
![]() |
Uzun lafın kısası İstanbul'da gittikçe zorlaşan sıkıcı bir dönem geçiriyoruz. |
Peki, beni yalnız bırakmamak için peşimden İstanbul’a gelen Hülya iyi mi? Veya normal mi? I-ıh, değil. Onun da burada geçirdiği vakit uzadıkça nefes alamamaya başlıyor. Kabul, kızının yanında bir taraftan. Fakat Hülya’nın da kendini bir nevi misafir gibi hissettiğini düşünüyorum. Misafiri yanlış kullandım sanırım! Adını siz koyun artık: Dağılmış, hiçbir şeye elini sürmeyen, 13:00-15:00 arası annesini görmek dışında pek bir şey yapmayan, saçma sapan YouTube videoları arasında kaybolmuş, artık pek de konuşmayan kocası ile düzenine ayak uydurmaya çalıştığı ev sahibi kızı arasında, tanımsız bir konumda duruyor bir süredir. Kendini yalnız hissettiğine inanıyorum.
Bir de ben buraya anneme dair en kötü senaryoyu düşünerek geldiğimden, Hülya’nın merhameti beni tek başıma bırakmaya izin vermedi. Fakat anneme atfedilen kritik zaman atlatılınca, ben ve kardeşim gibi o da arafta kaldı. Hareket edemez hale geldi. İşte bu büyük iç sıkıntısını birbirimize itiraf etmenin ayıp olduğunu düşünerek kendimizi kemirmeye başlamışız meğer. Yoğun bakım var gücüyle annemi hayatta tutmaya gayret ediyor. Bu annem için olduğu kadar bizim için de bir işkenceye dönüyor. Onu her gün yoğun bakımda görmek mahvediyor. Her ne kadar geri dönüşü çok zor gibi gözükse de tüm gücümüzle solunumunu kendi yapabilsin diye dua ediyoruz.
O Niye Gitmiyor Meselesi
Cuma günü hastaneden eve döndüğümde Hülya, annemi ziyaret etmek istediğini söyledi. Haftalardır, ki bu benim kendi tercihimdir, tek başıma annemi ziyaret ediyordum. Onun bu isteğine nasıl mutlu oldum anlatamam. Ben hastanedeyken Ece ile konuşmuş. Hâlimizi vaktimizi anlatmış. Yanlış anlamadıysam “Sen de gitsene” demiş Ece. Hatta iyice ikna olsun diye, “Bazen hastalar vedalaşmayı beklerler…” diye başlayan bir alt mevzu açmış.Bu alt konu benim için de epey taze aslında. “Oğlum, ikna et kardeşini. Girsin yanına. Belli ki annen onu bekliyor!” gibi söylemler, hemen hemen eşin, dostun, akrabanın ortak söylemi. Şu soru geliyor tabii: Biraderin niye hastaneye gitmiyor? Elbette hazır hissettiğinde gelecek. İnsanların bu kadar önemsediği küçük şeyler hep canımı sıkmıştır.
Birincisi, kardeşim, tanıdığım en duygusal adam. Kardeş deyince zihninizde küçücük bir insan canlanmasın; aramızda yalnızca 24 ay var. Yani o da 50’sini devirmiş bir adam. Bizim de sağlığı için uyardığımız, eritmeye çalıştığı bir kilosu var. Yıllardır da çok stresli bir iş yürütüyor. Şirketi, bağlantıları, müşterileri Amerika'dayken sırf vize randevusu alamadığı için o da buraya sıkışmış durumda. Neyse bu başka ve uzun bir mesele.
Ben emekli olduğumdan beri çalışmıyorum mesela. Bakacak, okutacak bir çocuğum yok. Yetişmem gereken bir ofis, uymam gereken bir takvim de yok. Dolayısıyla Bodrum’a taşındığımdan beri stresli bir dönemim hiç olmadı. Sadece geçen yıl Selimiye’deki arsamızın üzerine ev inşa etmeye başlayınca, maliyetler karşısında eriyen birikimime bakıp panik oldum. Bu da beni tansiyon hapı kullanır hâle getirdi. Varsın derdim bu olsun.
Fakat biraderin işi her anlamda daha zor. İşi gücü, çoluk çocuğu geçtim; mesela bundan altı yıl önce annem için bakımevi ararken, uğradığımız her kurumdan hastaneye taşınıyorduk. Panik atak gibi bir şey yaşıyordu. Yaş ve kilo dikkate alındığında en az üç saatimiz hastanede geçiyordu. Sonraki bakımevi arayışlarında benimle gelse de içeri girmedi. Yani bu tip durumlardan çok etkilenen bir adam. Annem de göçüp giderse, hayatta geriye kalan ailemden tek insan o.
İkincisi, yılın büyük zamanı annemin tüm ziyaretlerinde tek başınaydı. Hafta sonları illa ki ama arada kafasına estiğinde hafta içi de mutlaka bakımevine uğrardı. Oradan beni görüntülü arar, annemin durumuna dair bilgi aktarır ve onu sevdiğimi söyleyebildiğim özel anlar yaşatırdı. Kaldı ki Hülya’nın İstanbul’a gelmesiyle Mecidiyeköy’e geçene dek iki kardeş şehrin bir ucundan atlayıp hastaneye geliyorduk. İstanbul’da trafiğin ne büyük bir dert olduğunu bildiğimden 15-20 dakika için saatlerce trafikte kalmasını, benzin, yol ücretleri ödemesini istemedim. Onun tüm yıl boyunca yaptığı gibi yoğun bakım ziyaretlerini üstüme aldım. Yani mesele “o niye gitmiyor, bu neden gelmiyor” meselesi değil. Bu tamamen iki kardeş arasındaki bir gönül anlaşması.
“Aaa, gitsin annesiyle vedalaşsın… Belki de ölmek için kardeşini bekliyordur anneciğin!”
Saat 12:40’ı vurduğunda biz de Hülya ile hastaneye gitmek üzere yola çıktık. Kapalı hava, inceden çiseleyen yağmur altında neredeyse hiç konuşmadan Seyrantepe’ye vardık. Hafta sonu vesilesiyle her zaman kullandığım girişler kapalı olduğundan yoğun bakıma nasıl ulaşacağımıza dair yaşanan kısa karışıklıktan sonra kalabalık bekleme alanındaydık. Annemin olduğu yoğun bakım ünitesinin ziyaretçileri çoktan yakınlarının yanına alınmışlardı. Güvenlik görevlisinin yardımıyla Hülya da içeri girdi. Beş dakika kadar sonra da çıktı. Yine hiç konuşmadan çıkışa, mutlaka kardeşimi arayıp sigara içtiğim yere geçtik. “Nasıldı?” diye sorabildim sadece. Uyanık olduğunu ama odaksız baktığını, boğazından geçen entübe borusunun annemi rahatsız ettiğini anlattı. Elini tutup konuşmuş annemle. “Bugün ben geldim,” demiş. Onu çok sevdiğini söylemiş.
“Vedalaştın mı?” diye sordum. Gözlerim doldu. İçten içe yine ağladım. Yağmur şiddetini artırdı.
“Evet,” dedi Hülya… “Vedalaştım!”
Mecidiyeköy’e dek yine sessiz, kafamızda bir sürü düşünceyle geldik. Hülya’nın “Ne yemek istersin?” sorusuyla içinde bulunduğum ruh hâlinden çıktım. AVM’de yemek istemiyordum. Şube restoranlardan birine gitmek de... Belki iyi bir döner, o da Mecidiyeköy’de varsa.
Derken aklıma Arnavutköy’deki O Maestros’un işletmecisi Mehmet Can’ın daveti geldi. Geçtiğimiz kış, ‘meyhaneyi insanların ayağına götürmek’ temalı bir projesi için benden illüstrasyonlar yapmamı istemişti. Bir panelvanı mutfağa dönüştürecekler, restoranlarındaki menüyü davetlere, ev yemeklerine, festivallere taşıyacaklardı. Tekerlekli bir meyhane fikriydi bu. Yasal olarak üzerine meyhane, taverna, marka vb. yazamadıklarından aracı çizimlerle kaplamak gelmişti akıllarına. Bir iki ay kadar sürdü hazırlamam. İstanbul, boğaz, deniz canlılarından oluşan bir kolajdı. Araç üzerinde de hoş durdu. Herhangi bir ücret talep etmedim ısrarlarına rağmen. İşte o zaman Mehmet Can davet etmişti: “İstanbul’a ne zaman gelirseniz, masanız hazır!” Eve dönmeden, otobüs ile Arnavutköy’e geçmeye karar verdik.
Bedenim bahçe işleri, bisiklet turları, yüzmek veya dere tepe yürümek gibi eylemlerden uzak kaldığından kilolanmak da gayet normal. Oysa çok dikkat ederek net bir beş kilo vermiş ve bunun faydasını çıktığım bisiklet turlarında görmüştüm. Kendimi 6 Ekim’de başlayacak Gökova Bisiklet Turu’na hazırlıyordum son kertede.
Bodrum’da haftada üç gün düzenli spora giden, evde de formunu korumaya devam eden Hülya da hiçbir şey yapamadığı İstanbul’da arada bir tartıya bakıp izliyor neler olduğunu. Psikolojik olduğu kadar fiziksel olarak da mutlu değiliz…
Bu ardı ardına sıraladığım üzücü, sıkıcı notlar blogumun da tonunu değiştirdi. Okur da üzülür oldu. Ama işte hayat. Güzel olduğu kadar kötü günler de olacak. Şimdi öyle bir dönemden geçiyoruz. İçimden geçenleri kâğıda döküyorum. Arada sevdiğimiz şeyleri yapmazsak büsbütün karanlıkta hissedeceğiz sanki. O sebeple ‘O Maestros’a gitmek biraz nefes aldıracaktı. Öyle de oldu.
Hastaneden çıktığımızda yağan yağmur dinmiş, kara bulutlar dağılmıştı. Ulus, Turizm Sitesi önünde otobüsten inip, daha önce hiç yürümediğim bir yoldan Arnavutköy’e inmeye başladık Hülya ile birlikte. Sokaklar, evler derken baktım bıcır bıcır konuşuyoruz, neşemiz yerine gelmiş. Yirmi dakika sağa sola bakarak ve hayranlıkla herkesin bildiği Arnavutköy’e indik. O Maestros’a giriş yaptık. Saat 13:30’du…
Çok sevmeme rağmen bu yıl rakı ile arama ciddi bir mesafe koymuştum. İlla içeceksem en fazla iki duble ama genelde iki tek ile sofradan kalkmayı prensibim hâline getirdim. Bir de saatleri geri çektim tabii. Akşam sekizden gece yarısına kadar oturulan sofralarda çok içilir fakat sabahı pek fena olur malumunuz. Bedene dinlenme şansı tanımayan epey yıpratıcı bir deneyimdir gece yarılarına dek içmek. Son birkaç yıldır akşam yemeğimizi en geç 19:30’da yemiş kalkmış ve 21:00’den sonra ağzımıza bir şey atmadan yaşadığımız için o uzun soluklu sofralardan kaçar oldum. Artık benim jargonumda eğer rakı içilecekse bu erken saatlerde olmalı ve uzatılmamalıdır.
Mehmet Can’ın güler yüzlü karşılaması ve bizi üst katta ağırlamasıyla güneşin boğazın üzerinde harika ışık oyunlarını izlediğimiz masamıza geçtik. O Maestros, sırtınızı Arnavutköy İskelesine verdiğinizde sağ çaprazda görünen tarihi ahşap bir bina. Beyazgül Sokağı’nın köşesi. Hemen altında Ali Baba köftecisi vardır ki arada kaçıp kaçıp köfte yemeye gelirdim gençken. Merdivenlerle çıkılan ilk katı, eskilerin "tek tekçi" dediği, yani akşam işten çıkıp eve geçmeden iki tek rakı içilip kalkılan bir mekâna çevirmişler. Üst katlar 13 yıldır meyhane zaten. (13 yıl önceki ilk müşterileriydim de.) En üst kat farklı olarak hem manzarası hem de canlı müzik tesisatı ile başka bir yer gibidir. Şimdilerde Mehmet Can’ın Yunanistan’dan bir arkadaşı çalıyormuş haftanın belli günlerinde. Diğer günlerde de bazı temaları taşıyacaklarmış mekâna. 70’ler Tarabya tavernaları gibi.
Uzun uzun ne yedik ne içtik yazmayacağım. Mezeler o kadar çok geldi ki balık işine hiç girmedik. Sadece rakı yerine 20’lik Varvayani içildi. Şişenin üçte birini içmeme rağmen tatlı bir mayhoşlukla kalktım sofradan. Saat 18:00’i gösteriyordu!
Eve, İstanbul’da yaşadığım 40 yıl boyunca hiç binmediğim 59CH numaralı otobüs ile döndük. Az biraz çakırkeyif oturdum bilgisayar başına. Saat tam olarak 18:59. Ve harika bir Cumartesiydi. Çakırkeyif yazmayalı çok uzun zaman olmuştu.
Fakat biraderin işi her anlamda daha zor. İşi gücü, çoluk çocuğu geçtim; mesela bundan altı yıl önce annem için bakımevi ararken, uğradığımız her kurumdan hastaneye taşınıyorduk. Panik atak gibi bir şey yaşıyordu. Yaş ve kilo dikkate alındığında en az üç saatimiz hastanede geçiyordu. Sonraki bakımevi arayışlarında benimle gelse de içeri girmedi. Yani bu tip durumlardan çok etkilenen bir adam. Annem de göçüp giderse, hayatta geriye kalan ailemden tek insan o.
İkincisi, yılın büyük zamanı annemin tüm ziyaretlerinde tek başınaydı. Hafta sonları illa ki ama arada kafasına estiğinde hafta içi de mutlaka bakımevine uğrardı. Oradan beni görüntülü arar, annemin durumuna dair bilgi aktarır ve onu sevdiğimi söyleyebildiğim özel anlar yaşatırdı. Kaldı ki Hülya’nın İstanbul’a gelmesiyle Mecidiyeköy’e geçene dek iki kardeş şehrin bir ucundan atlayıp hastaneye geliyorduk. İstanbul’da trafiğin ne büyük bir dert olduğunu bildiğimden 15-20 dakika için saatlerce trafikte kalmasını, benzin, yol ücretleri ödemesini istemedim. Onun tüm yıl boyunca yaptığı gibi yoğun bakım ziyaretlerini üstüme aldım. Yani mesele “o niye gitmiyor, bu neden gelmiyor” meselesi değil. Bu tamamen iki kardeş arasındaki bir gönül anlaşması.
“Aaa, gitsin annesiyle vedalaşsın… Belki de ölmek için kardeşini bekliyordur anneciğin!”
Vedalaşma ve Bir Nebze Huzur
Hepimizin ne durumda olduğunu uzun uzun anlattığıma göre, şimdi o anlara, yani çakırkeyif olduğum o Cumartesi akşamının sabahına geri dönebilirim. Duru, Berkan ve Vodka’yı hafta sonunu geçirmek üzere Ankara’ya uğurladık. Ayın 13’ü Duru’nun doğum günü. Halaları, beraber erken bir kutlama yapmak üzere davet etmişlerdi.Saat 12:40’ı vurduğunda biz de Hülya ile hastaneye gitmek üzere yola çıktık. Kapalı hava, inceden çiseleyen yağmur altında neredeyse hiç konuşmadan Seyrantepe’ye vardık. Hafta sonu vesilesiyle her zaman kullandığım girişler kapalı olduğundan yoğun bakıma nasıl ulaşacağımıza dair yaşanan kısa karışıklıktan sonra kalabalık bekleme alanındaydık. Annemin olduğu yoğun bakım ünitesinin ziyaretçileri çoktan yakınlarının yanına alınmışlardı. Güvenlik görevlisinin yardımıyla Hülya da içeri girdi. Beş dakika kadar sonra da çıktı. Yine hiç konuşmadan çıkışa, mutlaka kardeşimi arayıp sigara içtiğim yere geçtik. “Nasıldı?” diye sorabildim sadece. Uyanık olduğunu ama odaksız baktığını, boğazından geçen entübe borusunun annemi rahatsız ettiğini anlattı. Elini tutup konuşmuş annemle. “Bugün ben geldim,” demiş. Onu çok sevdiğini söylemiş.
“Vedalaştın mı?” diye sordum. Gözlerim doldu. İçten içe yine ağladım. Yağmur şiddetini artırdı.
“Evet,” dedi Hülya… “Vedalaştım!”
Mecidiyeköy’e dek yine sessiz, kafamızda bir sürü düşünceyle geldik. Hülya’nın “Ne yemek istersin?” sorusuyla içinde bulunduğum ruh hâlinden çıktım. AVM’de yemek istemiyordum. Şube restoranlardan birine gitmek de... Belki iyi bir döner, o da Mecidiyeköy’de varsa.
Derken aklıma Arnavutköy’deki O Maestros’un işletmecisi Mehmet Can’ın daveti geldi. Geçtiğimiz kış, ‘meyhaneyi insanların ayağına götürmek’ temalı bir projesi için benden illüstrasyonlar yapmamı istemişti. Bir panelvanı mutfağa dönüştürecekler, restoranlarındaki menüyü davetlere, ev yemeklerine, festivallere taşıyacaklardı. Tekerlekli bir meyhane fikriydi bu. Yasal olarak üzerine meyhane, taverna, marka vb. yazamadıklarından aracı çizimlerle kaplamak gelmişti akıllarına. Bir iki ay kadar sürdü hazırlamam. İstanbul, boğaz, deniz canlılarından oluşan bir kolajdı. Araç üzerinde de hoş durdu. Herhangi bir ücret talep etmedim ısrarlarına rağmen. İşte o zaman Mehmet Can davet etmişti: “İstanbul’a ne zaman gelirseniz, masanız hazır!” Eve dönmeden, otobüs ile Arnavutköy’e geçmeye karar verdik.
![]() |
Her bir parçanın tek tek çizilerek araca göre oluşturulmuş kolaj |
![]() |
Araç üzerinde de bu şekilde giydirildi. |
Nefes Alma Durağı: O Maestros
İstanbul’da tüm düzenimiz değiştiği gibi yeme-içme alışkanlıklarımız, saatlerimiz vesaire de değişti. Bahardan beri verdiğim kilolarım muhtemelen geri geldi. Uzak durduğum tüm o şekerli, tuzlu, hamurlu yiyecekler yeniden boğazımdan geçmeye başladı. Akşam bir film izlemeye oturalım dediğimizde neredeyse bütün yaz ağzımıza sürmediğimiz dondurmalardan kutu kutu yedik, yiyoruz. Bu konuda benden daha iradeli Hülya bile market torbasına ikişer ikişer atıyor abur cuburları. Buzdolabı, Duru ve Berkan’ın kendi biralarını yapma denemeleri nedeniyle 72 şişe ile dolu olduğundan Hülya, aynı gün tüketeceğimiz kadar yemek yapma yoluna gitmişti. Zira dolapta tencere, kap kacak sokacak bir yer yok hâlihazırda. Şu an bu yeme-içme meselesini sadece hayatta kalma refleksine bağlayabilirim sanırım.![]() |
Lingo lingo şişeler |
Bedenim bahçe işleri, bisiklet turları, yüzmek veya dere tepe yürümek gibi eylemlerden uzak kaldığından kilolanmak da gayet normal. Oysa çok dikkat ederek net bir beş kilo vermiş ve bunun faydasını çıktığım bisiklet turlarında görmüştüm. Kendimi 6 Ekim’de başlayacak Gökova Bisiklet Turu’na hazırlıyordum son kertede.
Bodrum’da haftada üç gün düzenli spora giden, evde de formunu korumaya devam eden Hülya da hiçbir şey yapamadığı İstanbul’da arada bir tartıya bakıp izliyor neler olduğunu. Psikolojik olduğu kadar fiziksel olarak da mutlu değiliz…
Bu ardı ardına sıraladığım üzücü, sıkıcı notlar blogumun da tonunu değiştirdi. Okur da üzülür oldu. Ama işte hayat. Güzel olduğu kadar kötü günler de olacak. Şimdi öyle bir dönemden geçiyoruz. İçimden geçenleri kâğıda döküyorum. Arada sevdiğimiz şeyleri yapmazsak büsbütün karanlıkta hissedeceğiz sanki. O sebeple ‘O Maestros’a gitmek biraz nefes aldıracaktı. Öyle de oldu.
Hastaneden çıktığımızda yağan yağmur dinmiş, kara bulutlar dağılmıştı. Ulus, Turizm Sitesi önünde otobüsten inip, daha önce hiç yürümediğim bir yoldan Arnavutköy’e inmeye başladık Hülya ile birlikte. Sokaklar, evler derken baktım bıcır bıcır konuşuyoruz, neşemiz yerine gelmiş. Yirmi dakika sağa sola bakarak ve hayranlıkla herkesin bildiği Arnavutköy’e indik. O Maestros’a giriş yaptık. Saat 13:30’du…
![]() |
Arnavutköy'e inerken |
![]() |
Bilinen Arnavutköy |
Çok sevmeme rağmen bu yıl rakı ile arama ciddi bir mesafe koymuştum. İlla içeceksem en fazla iki duble ama genelde iki tek ile sofradan kalkmayı prensibim hâline getirdim. Bir de saatleri geri çektim tabii. Akşam sekizden gece yarısına kadar oturulan sofralarda çok içilir fakat sabahı pek fena olur malumunuz. Bedene dinlenme şansı tanımayan epey yıpratıcı bir deneyimdir gece yarılarına dek içmek. Son birkaç yıldır akşam yemeğimizi en geç 19:30’da yemiş kalkmış ve 21:00’den sonra ağzımıza bir şey atmadan yaşadığımız için o uzun soluklu sofralardan kaçar oldum. Artık benim jargonumda eğer rakı içilecekse bu erken saatlerde olmalı ve uzatılmamalıdır.
Mehmet Can’ın güler yüzlü karşılaması ve bizi üst katta ağırlamasıyla güneşin boğazın üzerinde harika ışık oyunlarını izlediğimiz masamıza geçtik. O Maestros, sırtınızı Arnavutköy İskelesine verdiğinizde sağ çaprazda görünen tarihi ahşap bir bina. Beyazgül Sokağı’nın köşesi. Hemen altında Ali Baba köftecisi vardır ki arada kaçıp kaçıp köfte yemeye gelirdim gençken. Merdivenlerle çıkılan ilk katı, eskilerin "tek tekçi" dediği, yani akşam işten çıkıp eve geçmeden iki tek rakı içilip kalkılan bir mekâna çevirmişler. Üst katlar 13 yıldır meyhane zaten. (13 yıl önceki ilk müşterileriydim de.) En üst kat farklı olarak hem manzarası hem de canlı müzik tesisatı ile başka bir yer gibidir. Şimdilerde Mehmet Can’ın Yunanistan’dan bir arkadaşı çalıyormuş haftanın belli günlerinde. Diğer günlerde de bazı temaları taşıyacaklarmış mekâna. 70’ler Tarabya tavernaları gibi.
![]() |
O Maestros nefes aldırdı. |
![]() |
Arnavutköy İskelesi |
![]() |
Rakı yerine uzo içtik |
Uzun uzun ne yedik ne içtik yazmayacağım. Mezeler o kadar çok geldi ki balık işine hiç girmedik. Sadece rakı yerine 20’lik Varvayani içildi. Şişenin üçte birini içmeme rağmen tatlı bir mayhoşlukla kalktım sofradan. Saat 18:00’i gösteriyordu!
![]() |
59CH hatırası |
Eve, İstanbul’da yaşadığım 40 yıl boyunca hiç binmediğim 59CH numaralı otobüs ile döndük. Az biraz çakırkeyif oturdum bilgisayar başına. Saat tam olarak 18:59. Ve harika bir Cumartesiydi. Çakırkeyif yazmayalı çok uzun zaman olmuştu.
Yorumlar
Yorum Gönder