İstanbul'da 38. Gün

İki gün önce uzaktan takip ettiğim 19. Gökova Bisiklet Turu başladı. Sanki turdaymışım gibi erken kalktım 6 Ekim sabahı. Kendimi aralarında hayal ederek yatakta biraz daha oyaladım.

Çadır fermuarlarının önce bir ikisinin, ardından neredeyse hepsinin sesinin duyulmasıyla başlar Gökova Bisiklet Turu. Muğla Kışla Parkı’nın, üzerine çiğ yağmış misafir çadırları arasında dolaşan ayaz önce böbrekleri uyandırır. Kalabalıklaşmadan tuvalete varmak için koşturan bisikletçilerin tenlerini ürpertir. Kiminin ilk işi kahve hazırlamaktır; o saatte sıcak su bulabilenlere hayret ederim. Benim gibiler ise ilk iş içerideki dağınıklığı ve çadırı toplarlar. Tüm eşyalarını, organizasyonun verdiği çuvala doldurup, lojistik aracına ilk olarak vermeye çabalamak da bir nevi yarıştır.

Geçen sene Muğla Kışla Parkı

Konakaltı Kültür Merkezi

Konakaltı Kültür Merkezi’ndeki kahvaltı ve kısa merasimin ardından, 5 gün sürecek turun ilk pedalı basılır, tekerler döner.

Bu yıl turu uzaktan izliyorum derken ciddiyim. Sakar sorunsuz inilmiş. Kaza yapan, düşen olmamış. Akyaka Orman Kampı’ndaki yemek esnasında başlayan yağmur ve meteorolojik uyarılar sebebiyle, belki de dünyanın en güzel 23 kilometrelik parkuru olan Akyaka-Akbük arası belediyenin gönderdiği otobüslerle geçilmiş. Katılımcılar için ilk günden küçük bir hayal kırıklığı sayılabilir. Tarihleri Ekim ayına alındığından beri, olumsuz hava koşullarının tur için her zaman bir risk yarattığı hep konuşuluyordu. Fakat ilk kez ilk günden tüm turu tehdit edebilecek bir denklem oluştu.

Normalde tur, 19 Mayıs’ı içine alan haftada yapılır ve tüm diğer bisiklet festivalleri Gökova Turu’na göre takvim belirlerdi. Fakat Muğla’da Mayıs ayı, özellikle 15’inden sonra sıcaklıkların arttığı hatta 30 derecelerin üzerine tırmandığı düşünülecek olursa, her etabı bol rampalar içeren tur, pek çok bisikletçi için işkenceye dönüyordu. Bisikletin ön tekeri yeşili, baharı, kuşu, kelebeği görüyor; arka tekeri sarıya, kurumuş doğaya, yaza, ağustos böceklerine bakıyordu. Mevsimin en keskin değiştiği zamanlarda pedal basıyordu bisikletçiler. Ekim fikri bu vesileyle ortaya atıldı diye hatırlarım. Hava daha makul, bölge turistlerden arınmış, trafiği azalmış… Bisiklet sürmek için en ideal zamanlarıdır Gökova’nın. Yağış, yüksek sıcağa göre daha kabul edilebilir diye düşünülmüştü büyük ihtimal.

Turun her anı ilaçtır bana. Burada denize şifa niyetine girilir - Akbük

İtalyanlar, "Napoli'yi gör de öl" derler ya,
Cevat Şakir de, "Gökova'yı gör de yaşa" dermiş.

Fakat Ekim turları da benim için her zaman güzel anılarla doludur. Sahiden de en az bir gün yağmurda sürüş yaptım ben de. Sadece ilkinde bir bulutu peşimize takıp ıslanmadan bitirmiştik 5 günlük turu. Katılımcılarla vedalaşırken indirmişti.

Mazı’dan Çökertme’ye inerkenki hariç hepsinden büyük keyif aldım. Hangi yıldı şu an anımsamıyorum. Bodrum başlangıçlı etabın Yalıçiftlik bölümüne geldiğimizde 300 bisikletli iki gruba, performansçılarla, gezginler olarak bölünmüştü. Ben genelde performans sevmem. Fakat Bodrum çıkışında eğlencesine pedala yüklenip önde kalmıştım. Zaten tutunmam mümkün değil arada bir yerde devam ederim diyordum. Ne varki performans sanatçıları Yalıçiftlik'teki çay molasını uzatınca yetişmiştim. Biz ön grup olarak çayımızı içerken gökyüzünü örten ve alçalmaya başlayan kara bulut önümüzden akıyordu. İndirir mi? İndirmez mi? tahminleri bir kenara bırakıp bulutun peşine takılmaya karar verdik. Muhtemeldi ki yükünü boşaltacak, biz de önümüzde onu kontrol ederek ıslanmadan Ören’deki kamp alanına varabilecektik. Meğer arka grubun önünde de aynı bulutun ikizi varmış. O yüzden onlar da beklemişler ve bekledikleri için ön grubu yakalayamamışlar. İşte o ikinci bulut bizi yolda buldu, yıkadı geçti. Çökertme inişindeydik, bisikletin kaymaması için gösterdiğim dikkat de (Islak yolda yokuş aşağı kaymamak mümkün değildir.) freni tutmak da beni çok yormuştu. O kadar da üşümüştüm ki, Çökertme’ye indiğimde bir pingpong topu gibi titriyordum. İkinci grup tek damla ıslanmamıştı.

Bu yıl dışında bir kez de yine Mayıs ayında yapılan onüçüncüsünü kaçırmıştım. O sefer de babam hastaydı. Aynı yılın yaz ortasında, dönüş olmadığı için kesilen tedavisi ağrı krizi yönetimine çevrilmişti. Ağustos'un 26’sında da yitirdik babamı.

Şimdi de benzer bir bekleme halini yaşıyoruz. Annemin durumu gittikçe ağırlaşıyor. 6 Ekim günü, yani Muğla’da katılımcıların otobüslerle Akbük’e transfer edildiği saatlerde yanı başındaydım. Daha önceki ziyaretlerimden farklı olarak gözleri donuklaşmış, ışığı zayıflamıştı.

Dün doktor bilgilendirmesi —bilgilendirme denirse— olmadığı için uğramadım annemin yanına. Hastaneye giderken evden iyi çıkıyorum. Metroda dengem bozuluyor, başım dönüyor, yoğun bakım önünde kalbim sıkışıyor, annemin başında düşüp yığılacak gibi hissediyorum. Hele doktorun her hastaya sırayla uzun veya kısa açıklamalar yapmasını, arada çalan telefonuna cevap vermek için dışarı çıkmasını beklemek bana hiç iyi gelmiyor. Dönüşte de aynı… Gittikçe düzeliyor, eve girerken daha iyi hissediyorum.

İşte dün hastaneye geçmeyeceğimi bilen kardeşim akşam yemeğe davet etti bizi, “Kafamız dağılır!” diyerek. Kafamız dağılsın diye yakınlarımızca bir sürü alternatifler öneriliyor bu aralar. “Çıkın bir boğaz havası alın”, “Film festivali var iyi gelir,” “Gelin bir kahve içelim!” Hülya'nın bu konudaki tespitini yerinde buluyorum: “Bizim zaten kafamız dağınık, aksine toplamaya ihtiyacımız var!”

Eski bir fotoğraf olsa da kardeşimle olan çoğu fotoğrafımız hemen hemen aynı kompozisyondadır.

Her ne kadar hiçbir şey yapmamaktan yakınsam da, bu süreçten çok sıkıldığımı söylesem de aslında kafamı toplamak veya boşaltmak için (ama kesinlikle dağıtmak için değil) bir dizi şey yapıyorum farkında olmadan. Mesela yazmaya bir mesai harcıyorum. Çok boşladığım bu günceye şimdiden 4 yazı ekledim. Hâlâ okuyan, takip eden varmış. Yorumlarıyla destek veriyorlar. Çok mutlu oldum. Hatta @pelinpembesi içinde “Biz blog arkadaşlarıyız.” tabiri geçen yorumu bu desteğin rengi oldu.

Ayrıca 38 güne iki kitap sığdırdım. Üçüncüye başlamak için sabırsızlanıyorum. Gökova Turu’nu izliyor, sonra kendi başıma da yaparım diyerek planlıyorum. Bodrum’a döndüğümüzde kışa pek hazırlıksız gireceğimizi bildiğimden, tonu ne kadar oldu acaba diye odun fiyatlarını araştırıyorum. Uçmuş tabii. Geçen yıllarda tüm kışı 2 ton odunla geçirirken ödediğim para, İstanbul’da doğal gaza ödenen paranın dörtte biriydi. Bu makas zamanla kapandı. Şimdi hemen hemen aynı olmuş… Dahası soba borularını saran sarmaşıkları temizlemem, hatta tümünü yenilemem lazım vesaire. Yani kafamı toplamama yarayan şeyler önerilerden değil, kendi hayatımdan kaynaklanıyor.

Çok güzel bir kitaptı

Bu da bitmek üzere.

Ama kendi hayatımı özledim.

Uğraşlarımı

Geçe kaldığımdan büyük ihtimalle alacağım odunlar nemli olacak.

Ateş bir evin kalbi oluyor kışın. İster gündüz...

İster gece...

Kardeşimin davetiyle, Hülya ve Duru ile beraber Mecidiyeköy’den Çekmeköy’e yaptığımız yolculuğun saat itibarıyla (17:30) rezilliği dışında —ki metrobüs ve metro kullandık— güzel bir akşam oldu. Epeydir görmedikleri Duru’yla çok ilgilendiler. Ne güzel bir kız olmuş gibi iltifatlar yaptılar. Hülya ve Duru da en son çok küçük gördükleri Deniz’in bu kadar boy atmasına şaşırdılar. Biz Mehmet ile sürekli görüşüyoruz iki kardeş ama aile olarak uzun süre sonra ilk kez bir araya geldiğimizi fark ettik. Fakat Vodka’nın gezdirilmesi gerektiğinden saat 22:00 gibi kalktık. Bizi eve kardeşim bıraktı.

Bugünkü ziyaretimde ise annemin yüzüne ödem oturduğunu ve cildinin renginin değiştiğini gördüm. Sanki orada yatan annem değil başka biriymiş gibi geldi. Doktorun uyutuyoruz, bekleyeceğiz, takip ediyoruz minvalindeki sözleri otomatik, ezberlenmiş bir kalıp sadece. Annemin durumunu, yoğun bakıma yattığı 3 Eylül gününden itibaren gün gün izledim. Onu yitireceğimi 11 Eylül’den beri biliyorum. Çünkü bir gün bile biraz daha iyi görmedim.

Geçen hafta trakeostomi, yani solunumu direkt solunum borusuna girerek sağlamayı düşündüklerini söylemişti doktor. Entübenin bir süresi varmış. Ağızdan hortum marifetiyle solunum desteği süresi uzadıkça hem hastanın konforunu etkiliyor hem de bakteri üremesine neden oluyormuş. Boğazından bir kesik atılarak solunum desteği verme fikri çok korkutucu gelse de bir başka hasta yakını beni koridorda yakalayıp durumun sandığım gibi olmadığını anlattı. Annesinin —ki annemle hemen hemen aynı zamandır yoğun bakımda, durumları da benzerdi fakat artık kendi yemeğini kendi yiyebiliyor— trakeostomi sayesinde daha rahat ettiğini, servise çıkacak duruma geldiğini söyledi. “Korkmayın”

Bilmiyorum. Annem öyle bir halde ki belki de trakeostomi’ye gerek görmemişlerdir.

Her zaman yaptığım gibi kardeşimi aradım çıkınca. Bir sigara yaktım. Gördüklerimi anlattım. Daha olgun karşıladı. “Abi” dedi. “Anlattıklarından sonra artık ona son görevimizi getirmek üzere hazırlanmalıyız.” Birkaç anımızı paylaştık karşılıklı. Hani “Hatırlıyor musun?” diye sorularak başlanan. “Çok iyi bir kadındı. Çok iyi bir anneydi…”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu da geçer Ya Hu

Annemin Yolculuğu

Kirazcı Baba