Sabrın Kokusu
Çocukluk ve gençliğimin önemli figürlerinden biri Burhan Demircan’dır. Belki de “Burhan Pazarlama” dersem hatırlayanlar olması daha muhtemeldir. Hani şu Kadıköy vapurlarında kalem, tarak, jilet pazarlayan düzgün Türkçeli, yıllar içinde fenomen olmuş beyefendi.
Kendisinin 59 yıl boyunca icra ettiği pazarlama işine kaç kere denk gelmişimdir bilmiyorum. Fakat bir kere bile karşılaşılsa ömür boyu unutulmayacak bir kişi olduğunu pekâlâ söyleyebilirim. Neşeli Günler filminin Ziya karakterinin (Şener Şen) ünlü jilet pazarlama sahnesi, bir ihtimal Burhan Demircan’dan ilhamla çekilmiştir:
“Dünyanın bütün meşhurları bununla traş oluyor. İngiltere Kralı, rahmetli başkan Kennedy, taçsız kral Pele, Beckenbauer, kaleci Mayer, Nadia Comăneci, Brigitte Bardot, Fenerbahçeli Cemil… Hepsi şöhretlerini bu bıçağa borçludurlar!”
Elbette film karakteri Ziya, kısa yoldan ve türlü girişimlerle var olmaya çalışan kurgu bir profildir. Burhan Demircan ise pazarlamaya ömrünü vermişti. Pazarlamakla kalmamış, sattığı ürünlerin geliştiricisi de olmuştur. Yani özel bir insandır.
Peki o neşeli, özel insan neden aklıma düştü? Nedeni, İstanbul’da bir ayı geride bırakırken anneme gidip gelirken metroda karşılaştığım, sayıları korkunç oranda artmış muhtaç insanlardı. Bodrum’dan izleyemediğim İstanbul’un ve hatta ülkemin ne hale geldiğini, yoksulluğu hissetmek bir yana bizzat gördüm.
Annemin günden güne ağırlaşan tablosu karşısında çevremizin “sabır” dilekleri, “beklemekten başka çare yok” tesellileri ve edilen dualar anlamını çoktan yitirdi. Sabırla beklemek, artık ölümünü beklemekle eş değer çınlıyor. Yoğun bakım doktoru elimizden geleni yapıyoruz dese de, tahlilleri de sayılı günleri kaldığını işaret ediyor. Sabırla beklemek, bizim için düpedüz çaresizlik.
Bunun üstüne ikinci kitabımı da aldım. İlki Esra Arsan’ın yazdığı “Goca Bodrum’dan Küçük İstanbul’a” adlı kitaptı. Bodrum’a dair kimi alıntılar ve anılar beni Mina Urgan’ın “Bir Dinazorun Anıları” kitabına yönlendirdi. Hemen göz devrilmesin… Hiçbir zaman iyi bir okur olmadım. Kendime ait bir kitaplığım yoktur. Kimseye başucu kitabı tavsiye edemem. Tavsiye edilenleri de okuyamam. İlla bir şekilde kendim keşfetmeliyim. Mina Urgan yıllar sonra bana başka satırlardan göz kırptı. Hemen kitabını aldım.
Tıpkı ilk kitap gibi Mina Hanım da bana her gün anneme giderken eşlik ediyor. Evden çıkıp, metroya yürürken, kendiliğinden yürüyen merdivenlerde dururken, trenin gelmesini beklerken ve de yolculuk esnasında elimden düşmüyor. Ekrana bakmaktan iyidir.
Hareket halindeyken nasıl kitap okuyabildiğimi biraz açmak isterim. Bu konuda zamanla hatırı sayılır bir kabiliyet geliştirdiğimi gururla söyleyebilirim.
Bodrum’a taşınmadan önceki, İstanbul sıkıntısının artık iyice boğazıma bastığı, Bodrum’a gitmekten çok kaçmayı arzuladığım dönemler. Sırf bu iç sıkıntısı yüzünden illüstratör oldum zaten. Yıllarca tasarımcı kimliğimle kariyer yapmışken, çizer olarak küçük bir dönem ünlendim. Sıkıntı böyle bir şey işte. Bu blog da o sıkıntının bir başka yan ürünüdür. Neden yazıp çizmediğim sorulur bazen. Nedeni belli değil mi? Bodrum’a taşındım, hayalini kurduğum yaşama geçtim. İyi de adapte oldum. Can sıkıntım sıfıra düştü. Ne yazmak ne de çizmek istedim.
Fakat o dönemin bir başka alışkanlığı da kitap okumak oldu. Tesadüfe bakın ki yine Bodrum hikayeleri peşine düşmüştüm. Pek de tesadüf denemez aslında. Sonuçta Bodrum’a taşınacaktım. Daha taşınmadan o ruhu solumak istedim. Baskın Oran’ın “Dalavera Memet'in Bodrum Tarihi“ ve “Enişte Gözüyle Bodrum“, Oral Gönenç’in “Bodrum’da Yeniden”, Selçuk Erez’in “İstanköyaltı Bodrum”… Bu dört kitabı da iş yerim 4. Levent’ten eve Bebek’e yürürken bitirdim.
Her birine çiçek isimleri verilmiş Levent sokakları bana çok yardım etti. Başlarda evet zordu. İki satır okuyup çevre kontrolü yaparak yürüyordum ama zamanla, Manolya sokağına dönerken kaldırımda hafifçe yükselen kilit taşı, bir başka sokakta yürüyüş yolunu kapatan ahşap telefon direği, kimi çukur vs. zihnimde bir haritaya dönüştü. Değil kitap okuyarak, gözlerimi bantlayarak dahi yürüyebileceğimi iddia edebilirim. Kitap okumak için sessiz ortamın, kahveyle ve belki biraz da yağmurla birlikte altı çokça çizilir. Bir başka klişe de şezlong üzeri havlu üzeri kitap mizansenidir. Benimki de yürürken kitap okumak.
O zamanlar yeniydi, sesli kitap öneren çok arkadaşım oldu fakat hem yukarıda saydığım kitaplar seslendirilmemişti (bugün bile seslendirilmemiş olabilir) hem de okurken kafamda beliren sahneleri bir başkasının sesinden göremeyebilirdim. Bilmiyorum, böyle düşünürdüm. Dolayısı ile ha yürürken ha metroda… kendi keşfettiğim kitapları her koşulda okuyabiliyorum. Pazarlamacılar (!) tarafından ısrarla rahatsız edilmek dışında.
İstanbul’da geçirdiğim bu bir ayda fark edilmemesi mümkün olmayan bir durumu gözlemledim. Özellikle pazarlamacı dediğim kalem, mendil, çakmak satan bu insanlar neşeli olmaktan çok muhtaç kişiler. İşte Burhan Demircan’ı da bu vesileyle hatırladım. Kendisi de işportacılık yapmaya mecbur olduğu halde, neşesini, kıvrak dilini vitrini sayardı. Harika Türkçesi. Belagatı… Hiç bir zaman muhtaç biri gibi görünmezdi.
Diğer iki durakta ise bebeğiyle genç bir kadın, elinde ‘kanserim’ döviziyle yaşlı bir amca yine aynı tonlamalarla dileniyor. Dilencilere güvenmem. O can yakıcı yakarışlar pekala sahne olabilir. Öyle şeylere gözlerimle şahit olmuşumdur ki gerçekten ihtiyacı olup yardım isteyenler arada kaynar.
Beşiktaş, Deniz Müzesi’nin önündeki üst geçit yıkılmadan evvel en üstte iki köşeyi, iki merdiven başını tutmuş dilenciler olurdu. 1992-96 arası bir zaman. Fiziksel engelli, yüzünde ellerinde yanık izleri olan amcaya öğrenci halimle mutlaka 1-2 lira bırakırdım. O diğer dilencilerin aksine, köşesine dizleri üzerinde tırmanarak çıkar, el açıp yardım istemek yerine sessizce dururdu. Şimdi nerede olduğunu hatırlamıyorum, fakat kendisini taksiden inerken ve ayakta görünce donakalmıştım. Daha sonraları medyada bu dilencilerin çete olduklarını vs. çok izledik. Aldatılmak kadar kötü bir his yok.
Bir de şu valilik onaylı yardım stantları çok artmış. Beni en çok üzen de bu. İstanbul’un çeşitli yerlerinde görmek mümkün. SMA hastası çocuklar için “kahırlı seslendirmelerle” para toplanıyor. Öyle ki üçünü beşini aynı yere koydukları Uzunçayır, Ünalan metro girişlerinde tüm bu yakarışlar birbirine karışıyor. Hastaneye geçerken Seyrantepe metro çıkışında da var. Devleti tarafından yalnız bırakılmış bir sürü çocuk. Bu yardımı toplamanın başka yolu yok mudur acaba? Neden anne babaları yalvartıyor bu ülke?
Burhan Demircan’ın neşeli yurdu – ki o zamanlar da yardıma muhtaç insanlar vardı. Mahallelisi, semt sakini, belediye, cami cemaati vs. yardım ederdi – yavaş yavaş neşesini yitirdi, güven duygusu yerle bir oldu ve kahırlı bir hale geldi. Metroda duyduğum suçluluğa bile güvenemez oldum. Ekranlarına daha da gömülen yolcular gibi okuduğum sayfanın satırları arasında kayboldum her gün. Hastaneye varana dek saklandığım yerden çıkmıyorum.
Yoğun bakımın önündeki, “sabırla beklemeleri” tembihlenmiş kalabalık, hastane koridorlarının havasını emiyor. Sabrın da bir kokusu olduğunu tam da bu anlarda anladım. Nefes, ter, nem, kir, hastane ve kendi kokumdan ayrı kesif başka bir koku… Bekledikçe keskinleşiyor. Keskinleştikçe tanıyorsun. Artık tanıdığım için her yerde duyabiliyorum. Zira zamanla koku o kadar rahatsız edici oluyor ki “sabır” dileyenlerin arasından kaçmak istiyorum. Sabır demek ölüm demek…
Tahliller annemin belki bir iki hafta, hatta sayılı günleri kalmış olabileceğine işaret ediyor. Daha yanına varmadan kalbimi yoran o kadar çok şeye denk geliyorum ki baş ucunda ayakta durmakta zorluk çekiyorum. Anneme duyduğum üzüntü de üstüme çöküyor. Darmadağın çıkıyorum hastaneden.
Kendisinin 59 yıl boyunca icra ettiği pazarlama işine kaç kere denk gelmişimdir bilmiyorum. Fakat bir kere bile karşılaşılsa ömür boyu unutulmayacak bir kişi olduğunu pekâlâ söyleyebilirim. Neşeli Günler filminin Ziya karakterinin (Şener Şen) ünlü jilet pazarlama sahnesi, bir ihtimal Burhan Demircan’dan ilhamla çekilmiştir:
“Dünyanın bütün meşhurları bununla traş oluyor. İngiltere Kralı, rahmetli başkan Kennedy, taçsız kral Pele, Beckenbauer, kaleci Mayer, Nadia Comăneci, Brigitte Bardot, Fenerbahçeli Cemil… Hepsi şöhretlerini bu bıçağa borçludurlar!”
Elbette film karakteri Ziya, kısa yoldan ve türlü girişimlerle var olmaya çalışan kurgu bir profildir. Burhan Demircan ise pazarlamaya ömrünü vermişti. Pazarlamakla kalmamış, sattığı ürünlerin geliştiricisi de olmuştur. Yani özel bir insandır.
Peki o neşeli, özel insan neden aklıma düştü? Nedeni, İstanbul’da bir ayı geride bırakırken anneme gidip gelirken metroda karşılaştığım, sayıları korkunç oranda artmış muhtaç insanlardı. Bodrum’dan izleyemediğim İstanbul’un ve hatta ülkemin ne hale geldiğini, yoksulluğu hissetmek bir yana bizzat gördüm.
Annemin günden güne ağırlaşan tablosu karşısında çevremizin “sabır” dilekleri, “beklemekten başka çare yok” tesellileri ve edilen dualar anlamını çoktan yitirdi. Sabırla beklemek, artık ölümünü beklemekle eş değer çınlıyor. Yoğun bakım doktoru elimizden geleni yapıyoruz dese de, tahlilleri de sayılı günleri kaldığını işaret ediyor. Sabırla beklemek, bizim için düpedüz çaresizlik.
Kitaplar ve Kaçış Yolları
Önceki yazımda da vardı. Bu boğucu durumdan biraz sıyrılmak için Hülya iki akşam beni dışarı çıkmaya ikna etmişti. Bir gün de Bebek’ten Taksim’e uzanan ve tüm gün eve uğramadığımız uzun bir zamanı paylaşmıştık. Sahiden haftalardır tuttuğum nefesi bırakmışım gibi hissettim. “Arada bir şekilde kafanı dağıt Cokacım!”Bunun üstüne ikinci kitabımı da aldım. İlki Esra Arsan’ın yazdığı “Goca Bodrum’dan Küçük İstanbul’a” adlı kitaptı. Bodrum’a dair kimi alıntılar ve anılar beni Mina Urgan’ın “Bir Dinazorun Anıları” kitabına yönlendirdi. Hemen göz devrilmesin… Hiçbir zaman iyi bir okur olmadım. Kendime ait bir kitaplığım yoktur. Kimseye başucu kitabı tavsiye edemem. Tavsiye edilenleri de okuyamam. İlla bir şekilde kendim keşfetmeliyim. Mina Urgan yıllar sonra bana başka satırlardan göz kırptı. Hemen kitabını aldım.
![]() |
Mina Hanım yeni yol arkadaşım |
Tıpkı ilk kitap gibi Mina Hanım da bana her gün anneme giderken eşlik ediyor. Evden çıkıp, metroya yürürken, kendiliğinden yürüyen merdivenlerde dururken, trenin gelmesini beklerken ve de yolculuk esnasında elimden düşmüyor. Ekrana bakmaktan iyidir.
Hareket halindeyken nasıl kitap okuyabildiğimi biraz açmak isterim. Bu konuda zamanla hatırı sayılır bir kabiliyet geliştirdiğimi gururla söyleyebilirim.
Bodrum’a taşınmadan önceki, İstanbul sıkıntısının artık iyice boğazıma bastığı, Bodrum’a gitmekten çok kaçmayı arzuladığım dönemler. Sırf bu iç sıkıntısı yüzünden illüstratör oldum zaten. Yıllarca tasarımcı kimliğimle kariyer yapmışken, çizer olarak küçük bir dönem ünlendim. Sıkıntı böyle bir şey işte. Bu blog da o sıkıntının bir başka yan ürünüdür. Neden yazıp çizmediğim sorulur bazen. Nedeni belli değil mi? Bodrum’a taşındım, hayalini kurduğum yaşama geçtim. İyi de adapte oldum. Can sıkıntım sıfıra düştü. Ne yazmak ne de çizmek istedim.
![]() |
Şu aralar canım İstanbul'da çok sıkıldığından yazmaya yeniden başladım. |
Fakat o dönemin bir başka alışkanlığı da kitap okumak oldu. Tesadüfe bakın ki yine Bodrum hikayeleri peşine düşmüştüm. Pek de tesadüf denemez aslında. Sonuçta Bodrum’a taşınacaktım. Daha taşınmadan o ruhu solumak istedim. Baskın Oran’ın “Dalavera Memet'in Bodrum Tarihi“ ve “Enişte Gözüyle Bodrum“, Oral Gönenç’in “Bodrum’da Yeniden”, Selçuk Erez’in “İstanköyaltı Bodrum”… Bu dört kitabı da iş yerim 4. Levent’ten eve Bebek’e yürürken bitirdim.
Her birine çiçek isimleri verilmiş Levent sokakları bana çok yardım etti. Başlarda evet zordu. İki satır okuyup çevre kontrolü yaparak yürüyordum ama zamanla, Manolya sokağına dönerken kaldırımda hafifçe yükselen kilit taşı, bir başka sokakta yürüyüş yolunu kapatan ahşap telefon direği, kimi çukur vs. zihnimde bir haritaya dönüştü. Değil kitap okuyarak, gözlerimi bantlayarak dahi yürüyebileceğimi iddia edebilirim. Kitap okumak için sessiz ortamın, kahveyle ve belki biraz da yağmurla birlikte altı çokça çizilir. Bir başka klişe de şezlong üzeri havlu üzeri kitap mizansenidir. Benimki de yürürken kitap okumak.
![]() |
Bir haziran 2013 çizimi / Walk and Read |
O zamanlar yeniydi, sesli kitap öneren çok arkadaşım oldu fakat hem yukarıda saydığım kitaplar seslendirilmemişti (bugün bile seslendirilmemiş olabilir) hem de okurken kafamda beliren sahneleri bir başkasının sesinden göremeyebilirdim. Bilmiyorum, böyle düşünürdüm. Dolayısı ile ha yürürken ha metroda… kendi keşfettiğim kitapları her koşulda okuyabiliyorum. Pazarlamacılar (!) tarafından ısrarla rahatsız edilmek dışında.
Neşeden Çaresizliğe
Annemin kalbimi sıkıştıran halini düşünmekten sıyrılabilmeye çalıştığım bu anlarda, ne yazık ki bir başka kalp ağrısı bu metro yolculuklarında ortaya çıkıyor.İstanbul’da geçirdiğim bu bir ayda fark edilmemesi mümkün olmayan bir durumu gözlemledim. Özellikle pazarlamacı dediğim kalem, mendil, çakmak satan bu insanlar neşeli olmaktan çok muhtaç kişiler. İşte Burhan Demircan’ı da bu vesileyle hatırladım. Kendisi de işportacılık yapmaya mecbur olduğu halde, neşesini, kıvrak dilini vitrini sayardı. Harika Türkçesi. Belagatı… Hiç bir zaman muhtaç biri gibi görünmezdi.
Metro yolculuğu boyunca durduğumuz toplam dört durağın en az ikisinde Allah’ın adıyla, acıklı, acıtıcı ve yapay zeka tonlamasıyla konuşan, dilenci olmadıklarını vurgulayan ve de seçtikleri kişilerin başında ısrarla yalvaran bu insanlar hepimizi suçlu hissettirmeyi başarıyor.
Aşağıya, komedyen Hiadayet Tılı'nın durumu tiye alan bir eserini koyalım.
Diğer iki durakta ise bebeğiyle genç bir kadın, elinde ‘kanserim’ döviziyle yaşlı bir amca yine aynı tonlamalarla dileniyor. Dilencilere güvenmem. O can yakıcı yakarışlar pekala sahne olabilir. Öyle şeylere gözlerimle şahit olmuşumdur ki gerçekten ihtiyacı olup yardım isteyenler arada kaynar.
Beşiktaş, Deniz Müzesi’nin önündeki üst geçit yıkılmadan evvel en üstte iki köşeyi, iki merdiven başını tutmuş dilenciler olurdu. 1992-96 arası bir zaman. Fiziksel engelli, yüzünde ellerinde yanık izleri olan amcaya öğrenci halimle mutlaka 1-2 lira bırakırdım. O diğer dilencilerin aksine, köşesine dizleri üzerinde tırmanarak çıkar, el açıp yardım istemek yerine sessizce dururdu. Şimdi nerede olduğunu hatırlamıyorum, fakat kendisini taksiden inerken ve ayakta görünce donakalmıştım. Daha sonraları medyada bu dilencilerin çete olduklarını vs. çok izledik. Aldatılmak kadar kötü bir his yok.
Bir de şu valilik onaylı yardım stantları çok artmış. Beni en çok üzen de bu. İstanbul’un çeşitli yerlerinde görmek mümkün. SMA hastası çocuklar için “kahırlı seslendirmelerle” para toplanıyor. Öyle ki üçünü beşini aynı yere koydukları Uzunçayır, Ünalan metro girişlerinde tüm bu yakarışlar birbirine karışıyor. Hastaneye geçerken Seyrantepe metro çıkışında da var. Devleti tarafından yalnız bırakılmış bir sürü çocuk. Bu yardımı toplamanın başka yolu yok mudur acaba? Neden anne babaları yalvartıyor bu ülke?
Burhan Demircan’ın neşeli yurdu – ki o zamanlar da yardıma muhtaç insanlar vardı. Mahallelisi, semt sakini, belediye, cami cemaati vs. yardım ederdi – yavaş yavaş neşesini yitirdi, güven duygusu yerle bir oldu ve kahırlı bir hale geldi. Metroda duyduğum suçluluğa bile güvenemez oldum. Ekranlarına daha da gömülen yolcular gibi okuduğum sayfanın satırları arasında kayboldum her gün. Hastaneye varana dek saklandığım yerden çıkmıyorum.
![]() |
Yoğun bakım önü. Sağdaki kapıdan yakınlarımızın adının seslenilmesini bekliyoruz. |
Yoğun bakımın önündeki, “sabırla beklemeleri” tembihlenmiş kalabalık, hastane koridorlarının havasını emiyor. Sabrın da bir kokusu olduğunu tam da bu anlarda anladım. Nefes, ter, nem, kir, hastane ve kendi kokumdan ayrı kesif başka bir koku… Bekledikçe keskinleşiyor. Keskinleştikçe tanıyorsun. Artık tanıdığım için her yerde duyabiliyorum. Zira zamanla koku o kadar rahatsız edici oluyor ki “sabır” dileyenlerin arasından kaçmak istiyorum. Sabır demek ölüm demek…
Tahliller annemin belki bir iki hafta, hatta sayılı günleri kalmış olabileceğine işaret ediyor. Daha yanına varmadan kalbimi yoran o kadar çok şeye denk geliyorum ki baş ucunda ayakta durmakta zorluk çekiyorum. Anneme duyduğum üzüntü de üstüme çöküyor. Darmadağın çıkıyorum hastaneden.
Yorumlar
Yorum Gönder