Baçça

Üzerlerindeki dalgıç kıyafetlerine rağmen, daha suya girer girmez üşüdüler. Ali o sabah yataktan çıkmayı istememişti belki de. Gün ağarmamıştı ve sıcacık yatağından buz gibi odaya kalkmaya üşenmişti başta. Uyanamazsam diye kurduğu alarmdan önce kalktığından ilk yaptığı onu kapatmak oldu. Ne eşi ne de oğlunun uykusunu bölmek istemedi. Banyo çok daha soğuktu. Nasılsa denize gireceğim diyerek yüzünü yıkamadı. Akşamdan hazırladığı kıyafetlerini orada giydi sadece. Çantasını da akşamdan hazırlayıp kapının önüne bırakmıştı. Verandadaki dolaptan malzemelerini aldı. Orası her daim düzenli olduğundan hiç vakit kaybetmedi. Paleti, şnorkeli, gözlüğünü çantaya atıverdi. Sadece zıpkınını şöyle bir kontrol etti. Lastiğini parmaklarının arasında gezdirdi. Pasını temizlediği şişe göz attı. Tetik bastı. Horoz ötmeye başladığında Nazmi ile buluşmak üzere arabasına binmişti bile.

Nazmi anlatmıştı bir keresinde: İnip suya, aşağıda oturmuş. Benim bildiğim zıpkınla avlanan dalgıç, yuvaların olduğu kayaların arasında dolaşır, yosunların arasından süzülür ve avlayacağı balığın peşinde bir nevi takip sürdürürdü. Meğer balık dediğin meraklı bir hayvanmış. Peşinden gidersen kaçar demişti Nazmi. Ama beklersen o sana gelirmiş, ne bu? diye…

Ali ile Nazmi denizde üşüyedursunlar, Levent kıyıdan olta savurmuş, denizden çıkabilecek sürpriz bir balığı tahmin etmeye çalışıyordu. Hani bir iki kefal, civarda seğirten birkaç levrek veya çiftlikten kaçmış çipura yeterdi belki ama bir torik Nazmi’nin aşağıda neden oturduğunu pekâlâ merak edebilirdi. Telefonunda çalan şarkıya eşlik etti beklerken.

Ali ve Levent

Levent

Bir de Tolga var ama o çalıştığı için bu etkinlikten muaf. Zaten ekibin balık tutmalarına sebep Salı buluşmalarında mutfakta ve mangal başında genelde o var. Ne kadar yorgun ve yılgın olursa olsun Tolga’nın biraz nefes aldığı yegâne yer bu buluşmalar oluyor nihayetinde. O yüzden mutfakta olmak, salata yapmak, balığı pişirmek bir nevi terapi onun için. Hoş diğerleri yardım etmiyor değiller ama Tolga tek de çalışsa surat asmıyor hiç. Hele ilk kadehi de önden içmişse ondan mutlusu yok.

Ali ile bissürü şey paylaşıyoruz. Sırada balık tutmak var...

İşte bu dört arkadaşın en mutlu oldukları şey, ne zaman tutarlarsa tutsunlar her Salı o balıkları rakı eşliğinde birlikte tüketmek. Erkek erkeğe, baş başa… Kim bilir neler konuşuluyordur o masada ne şakalar yapılıyordur müstehceninden ne küfürler çınlatıyordur ortamı. Peki hiç dertleşmemiş olabilirler mi? 3’ü hep bir ağızdan diğerine “sıkma canını” illa ki demişlerdir. Ama kederden ama neşeden biliyorum ki güzel de sarhoş olunuyordur o masada. Çıplak ampulün altında.

Baçça esasen 4 arkadaşın buluşma yeridir. Bizim sosyal medya paylaşımlarımızda
bir ara restoran diye düşünen, konum isteyenler olmuştu.

Masa dediğim, sen de büyük, ben diyeyim küçük bir mandalina bahçesine bakan, sırtı yola dönük minicik bir bahçe/bağ evinin verandasında kurulu. Bu ev ki balıkların pek meraklı olduğu Nazmi’nin dedesine ait. Dede dediğime bakmayın. Zaman zaman bu dört arkadaşa onlara taş çıkarırcasına eşlik ediyor. Güzel rakı içiyor dede. Sesi de güzel. Çocuklar rica etti mi kırmıyor söyleyiveriyor bir şarkı. Dışarıdaki ocak tatlı tatlı tüterken, bir dolu kedi Tolga’nın etrafında balık kafaları bekliyorlar. Bahçe mandalina kadar balık ve anason da kokuyor. Her Salı neşe yükseliyor Ortakent’in ortasından. Ha ben bahçe diyorum ama Nazmilerin deyimiyle Baçça. Adı öyle kalmış denile denile… Ev dediğin düşük tavan, iki göz odadan oluşan tam bir bağ evi. Zamanında konaklanmış mıdır bilemem ama sanmıyorum. Daha çok mandalina zamanı bahçede çalışırken dinlenmek, yemek yemek ve bahçe gereçlerini bulundurmak için yapılmış gibi. Mesela tuvaleti mutfağı filan yok. Verandada tek batarya yüksek musluk altında taştan lavabo bir başına tüm yükü kaldırıyor. Lavabonun yanında dar ağızlı bir ocak, kısa bacasıyla pek becerikli. Sırtını evin duvarına dayamış sedir önünde üzeri muşamba serili masa etrafına birkaç sandalye çevrilmiş. Dört arkadaşa yeter de artar bile.

Kalabalık bir Baçça buluşmasından.

Ben mi nereden biliyorum? Tanıştıktan sonra Ali ve Nazmi bir iki kere davet etmişlerdi de ondan. İlk iki ziyaretim Hülya’nın İstanbul’da olduğu zamanlara denk gelmişti. Yalnız oturup içeceğime madem davet edilmişiz, Baçça’da içerim sevdiğim arkadaşlarımla demiştim. Arada sevdiklerini böyle davet ediyorlarmış lakin davetli bulaşık yıkamayı kabul ederse. Balığı biz tuttuk, sofrayı biz kurduk, şarkıyı biz söylüyoruz misafir de bulaşığı yıkayacak yok öyle yağma. Öyle yağma yok ama 3-5 kez gittiysem de bana elimi sürdürmediler. Zaten tüm hikâye de sevdiklerini davet etmeye başladıktan sonra başlıyor. Yoksa mis gibi dört arkadaş bir de dede Baçça’da sadece kendi sevinç ve hüzünleriyle baş başa pekâlâ tek ses kalabilirlermiş. Davet edilmem o yüzdendir ki gururumu okşamıştı.

Bu yazının fotoğraflarının videosu da var

Ekipten Levent dışında herkes doğma büyüme Bodrumlu olduğundan buralı olmaya dair çok şey öğrendim onlardan. İster bir arada gidip arazide çöp toplayalım ister mantar avına veya bisiklet turuna çıkalım isterse Baçça’da beraber rakı içelim.

Biz her zaman çok eğlendik ama
kalabalık olmayan anlar sadece Ali, Nazmi, Levent ve Tolga'da saklıdır.

Kendimi de dahil ederek söylüyorum oraya davet edildik mi ister istemez kimyayı bozuyoruz. Yıllar evvel benzer bir hikâyeyi daha kuzeyde, ta Istırancalar’ın eteklerinde dinlemiştim. Ki bu güncenin derinlerinde bir yerde kısaca özet* geçmişim. Burada da bahsetmenin tam zamanıdır.

Her ne kadar artık arkadaşlık etmesek de Cem’in hayatımdaki yeri başkadır. “Köşe başlarını tutanlar” yazı serisinde adı geçer ve bendeki yeri özeldir. İnsanlar yaşamlarımıza bir nedenle giriyor ve çıkıyorlar. Önemli olan o dönemi gönlünde, hatıralarında, fotoğraflar veya yazılarda saklamayı bilmek.

Cem'den çok şey öğrendim.

Cem’in Saray taraflarında güzel bir çiftlik evi vardı. Bu vesileyle Kıyıköy, Vize, Saray taraflarına çok takıldığımız bir dönemdi. Cem’in sayesinde kendi adıma İstanbulsuz bir hayat adına çok şey öğrendim, deneyimler edindim ve kafamda kurmaya başladığım hayali şekillendiren bir sürü insan tanıdım. Ne kadar çok insan tanırsanız o kadar zenginleşiyor ve hatta beceri kazanıyorsunuz. Zira tanıdığım her insanın hikayesinden ders çıkarmayı bilmişimdir. Başından geçeni paylaşan hiç kimseye iyi kötü yorumda bulunmam, eleştirmem, başına gelenlerden suçlamam. Dinlemek en güzelidir zira olan zaten olmuştur. Her neyse uzatmayalım. İşte bu hikayesini dinlediğim insanlardan biri de tıpkı Cem gibi civardan eski bir at çiftliğini almış arkadaşı Nino idi.


Çiftlik evi
Arşivimdeki fotoğraflar hep kış aylarından. Ama o karda kışta bile
yol kapalıymış, buzlanma varmış aldırmazdık.

Yanlış hatırlamıyorsam iki köyün arasında haliyle insanlardan izole bir yere konumlanmış kartpostallardaki gibi güzel bir çiftlikti. Geniş verandası ahırların olduğu köşeyi döner dönmez sizi karşılıyordu. Ahır diyorum ama benim ziyaret ettiğim zamanlarda artık at mat kalmamıştı. Veranda ormana bakıyor ve orman ile arasında geniş bir çayırlık alan uzanıyordu. Ormanın tırmandığı tepenin eteklerinde de üzerinde koyu lacivert ve parlak yeşil yusufçukların uçuştuğu nefis bir dere akıyordu. Pek çoğumuz için gerçekten cennet gibi bir hayatın tarifi sayılabilirdi gördüklerim. Tabi atların olduğu zamanki şaşasını Nino anlattı. Böyle bir güzelliği sevdikleriyle paylaşmadan duramamışlar, arkadaşlarını davet etmişler. “Harika zamanlardı…” dedi ve sonra o parlak kimyanın nasıl bozulduğundan bahsetti.

* “Her hafta İstanbul'dan gelen arkadaşlarımızı ağırlamaktan memnunduk. Ahırların üzerinde kalacak epey bir odamız mevcuttu zaten. Gelen yiyeceğini içeceğini getiriyor, tadından yenmez sohbetler yapıyorduk. Gel zaman git zaman arkadaşlarımın arkadaşları da gelmeye başladılar. Hatta onların da arkadaşları. Kimi hafta sonları burada 30-40 kişi kaldığımızı bilirim. Bir sabah ahırları temizledikten sonra karşılaştığım konuklardan biri kendisine at hazırlamamı istedi. Durumun zıvanadan çıktığını o zaman anladım. Çünkü ne ben onu ne de o beni tanıyordu. Sonra da bu buluşmaları bitirdim.”

Nazmi, Baçça içindeki evin hemen bitişiğine yasladığı tuvaleti tamamlamıştı. “Biz dördümüz varken dert değildi de arkadaşlarımız hele ki eşleri de geldiğinde tuvalet bir derde dönüşmüştü.” dediği gün aklıma gelmemişti ama Nino’nun hikayesinin tekrarını yaşıyormuşuz aslında. Zira artık sadece salıları değil eşlerle de müsait günlerde gidiliyordu. Baçça’da buluşmak hepimiz için değişiklikti ve mutluluk vericiydi ama Nazmilerin yapmaktan asıl mutlu olduklarından başka bir şeye dönüşmüştü galiba. Sadece o zaman farkında değildik.

Şöyle açayım. Mesela beni davet ediyorlar ve fakat ben de yanımda bir arkadaşımı getirmek için izin istiyorum gibi düşünün. Gel zaman git zaman izin istemeye gerek bile duymuyorum. O gün benimle gelen arkadaşım bir süre sonra kendi arkadaşlarını hadi gelin diye çağırabiliyor. Hatta öyle ki sosyal medyaya düşmüş bir Baçça fotoğrafına “ulan bana da bi haber verseydiniz!” gibi bir yorum yapabiliyor, alınıyor. Zaten uzun süredir o kalabalıklaşan kadro Baçça yerine kır meyhanelerine doğru kaymaya başladı. Ali, Nazmi, Tolga ve Levent balık tutacak da pişirecek de sofra kuracak ve 20 kişi beraber rakı içeceğiz. Zarafetlerinden biz bundan yorulduk demiyorlardı bana kalırsa. Nihayetinde biz yorduk adamları.

En son mantar toplarken Ali’den öğrendim. Nazmi’nin kardeşi bahçe evini de içine alacak şekilde bir ev yapıyormuş şimdi oraya. Artık belki de Baçça’da oturulup rakı içilemeyecek. Hayat bu. Koşullar hep değişiyor, değişecek. İhtiyaçlar şekillendiriyor bir sürü şeyi. Fakat az evvel dediğim gibi biz misafirlerin misafir olmayı becerememesinin de etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum. Tıpkı Bodrum’a yaptığımız gibi. Gelen ev sahibini bastırıyor. Bir kültür yavaş yavaş siliniyor…

Yamas



Yorumlar

  1. Senin gibi bir misafirin başımızın üstünde her zaman bir yeri var, umarım biz de yeni bir yer bulur bu buluşmaları devam ettirebiliriz.
    Sevgiler

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Artık sizin bizim başımızın üstünde yeri var :) verandayı hazırlıyorum!

      Sil
    2. Bütün yaz veranda mis gibi balık kokacak.

      Sil
  2. Misafir misafir istemez ev sahibi hiç birini istemez diye bir söz vardır. Dediğiniz gibi bazen misafirliğimizi bilmiyoruz en sevmediğim şey birisini davet ettiğimde tanımadığım birini getirmesidir kimseye götürmem ben de istemem. Hülya

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Suistimale açık bir durum. İyi niyetli de olsa insanlar bir anda unutup kendi misafirlerini de çağırıyorlar. Sanırım ben vurguladığınız sözde misafir istemeyen misafir oluyorum :) Gerçi ben de kendi arkadaşlarımı bu tip davetlere dahil etmiyorum lakin davet edilenin izinsiz davet ettiği arkadaşının da izinsiz davet ettiği kimi insanların bir müddet sonra (yazıda da anlattığım gibi durumlarda) "Neden haber vermiyorsunuz?" diyerek alınganlık gösterdiklerini çok gördüm.

      Sil
  3. O kadar keyifle okuyorum ki anlatamam,bazen uzun yorum yaparsın şifre mifre ister uğraşamazsın,sende yoksa her yazına yorum bende

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim güzel yorumunuz için. Birilerinin keyifle okuyor olması ve bunu söylemesi, üşenmeyip yazması beni hem mutlu hem de motive ediyor. Bana yorum yazarken sistem sizden bir şifre istememiş ise bloğumun yorum bölümünde şifreleme yoktur. Her yorumunuzu merak ve heyecan ile bekler ve samimiyetle cevaplamayı isterim... :) Bodrum'dan sevgilerle...

      Sil
  4. Bu güzel bloğu bir radyo programında tanıtmasam olmadı. Radyo Momentosa konuk oldunuz efendim. Dinlemek isterseniz link burada :)
    https://sezerozsen.blogspot.com/2022/08/blog-dunyasinda-bu-hafta-18.html

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ne güzel sürpriz ve harika bir hediye oldu. Çok teşekkür ederim. Bir solukta dinledim yayınınızı...

      Sil
  5. Arabanın içindeki resim bana sanki Nuri Bilge Ceylan filminden bir kareymiş gibi geldi. Yazılarınızın keyfi tartışılmaz ama fotoğraflar da unutulmasın. Keyifle yazmaya ve güzel kareler paylaşmaya devam edin, sevgiler…

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim. Burayı biraz ihmal ettim ama yeniden yazmaya ve fotoğraf çekmeye devam edeceğim...

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu da geçer Ya Hu

Ege kralı…

Bodrum’da 1 yılın ardından