Ekim ayı, Bodrum’da bir yılı daha geride bırakmak demek bizim için. On bir yıl oldu. Hayat normal aksaydı bu yıl dönümünü İstanbul’da karşılamak ironik sayılabilirdi. Fakat annemin yoğun bakımdaki 42. günü. Solunumu halen kendi başına yapamıyor. Değerleri biraz düzeliyor biraz bozuluyor. Bu koşullarda bir özel gün kutlamak yerine, kaleme almak daha kafa toplayıcı olabilir dedim. Zaten şu an İstanbul’da beni eyleyen iki şey var: Kitap okumak ve bloga yazmak.
26 Ekim 2014, Bodrumlu hayatımızın başladığı an.
Prangalar ve Uyanış
Yıllar yıllar önce (ki 17 yılı buluyor) İstanbul’u terk etme kararımı verdiğimde, şehir benim için içinde yaşadığım o güzel görüntü olmaktan çıkmış, kaçmak istediğim dayanılmaz bir gürültüye dönüşmüştü.
Burada netleştirmem gereken bir şey var: İstanbul dışında yaşamak, hemen hemen her beyaz yakalının hayalini süslemiştir. O hayali de ilk kurmamın üzerinden 23-24 yıl geçmiş. Hatta ilk somut adımı, 2003 yılında Bozcaada’dan aldığımız bir buçuk dönümlük bağı aldığımızda atmıştık. Ne bağ evleri karaladım defter köşelerine. Tek katlı, ters dubleks, taş, ahşap, verandalı, kış bahçeli… Öyle hayaller kurmuştum ki sanırsınız ertesi gün oraya taşınacağım. Fakat 30’lu yaşlarına henüz girmiş biri olarak, bunun erken bir hayal olduğunun da farkındaydım. Kesin olarak İstanbul’u terk etmek istediğimde yıl 2007 idi. Fakat o adımı da ancak 2014 yılında atabildim. Yani bir şey isteyince hemen olmuyor. En azından benim hikayemde.
17 Ekim 2014. İstikamet dönmemek üzere Bodrum
Oysa İstanbul; doğduğum, büyüdüğüm, sevdiklerimle yaşadığım yer, kahkahaların çınladığı dost sofraları ve ilmek ilmek ördüğüm kariyerimdi. İşlerim yolundaydı, iyi de para kazanıyordum. Bu sayede evimizi, arabamızı ve ileride yaşama hayali kurduğumuz bağı alabilmiştik. Ancak bu durum takdir edersiniz ki daha da sıkı çalışmayı gerektiriyor. Bu da metropolün bitmeyen uğultusunu artırıyor; yalnızca kulaklarımı değil, zihnimi ve sağlığımı da kemiriyordu.
Ofiste geçen geceler, uykusuzluklar, şehrin otomatiğe bağlanmış bir o yana bir bu yana akışı... Bir nevi çalkalanma. Savruldukça, hayat bana o sırada daha çok çalışmamı ve durmamam gerektiğini söylüyordu. Diğer taraftan tempo arttıkça çok severek yaptığım işimden, tasarımdan uzaklaşıyordum. Teknolojinin etkisiyle de gittikçe hızlanan iş yapma süreci beni iyiden iyiye santrifüjdeymişim gibi hissettiriyordu. Yaptığım işlerin artık yüzeysel ve günü kurtaran şeylere dönüştüğünü görüyordum. İçimden “yaratmak” değil, elimdeki işi bir an evvel “bitirmek” geçiyordu ki sonrakine geçebileyim. Her kazandığım şey; terfi, zam, mevki; prangama eklenen bir başka zincir halkasına dönüşüyordu.
Vücudum, ruhumun maruz kaldığı stresi fiziksel bir alarm sesiyle duyuruyordu: İçimde bir yara büyümüş meğer.
Ve bir gün kanser olduğumu öğrendim!
Özel Günler, Kırılma Noktaları
Yıllarca reklam ajanslarında çalışmış biri olarak bir bilgi vermem gerekirse; şirketlerde hayat, özel günler takvimine göre hizalanır. Bu telaşın sonunda ortaya çıkan ürün de hep aynıdır. Mesela anneler günü için 'Bebeğinin elini tutan anne', babalar günü için 'babasıyla tıraş taklidi yapan oğul' temalı fotoğraflar... Yılbaşı için tasarlanmış her şeyin birbirinin tıpkısı olduğunu görmemek mümkün değil. Özel günleri bu nedenle sevmem.
Oysa özel günler dediğin, biricik hayatlarımızı değiştiren, dönüştüren olayları işaret etmelidir. Benim tarif etmeye çalıştığım özel günler özellikle bireysel olanlardır: Birinin sizi keşfi, beklenmedik bir tanışma, treni kaçırmak, başınıza gelen kaza, hastalık... Şehir değiştirmek gibi! Kendi hikayemizi anlatırken altını çizdiğimiz kırılma noktaları.
Bir Şehrin Dışına Atılmak
O kırılma noktalarından en önemlisini belki defalarca yazdım, anlattım. Burada da özetlemez isem olmaz; çünkü bir insanın bir başka insana yaptığı kötülük, kanserden daha yıkıcı, daha kırıcıdır:
Tedavi sırasında, bir sabah kemoterapiye gitmek için annemle taksiye bindik. O taksinin şoförü, gideceğimiz mesafeyi beğenmeyip beni ve annemi araçtan kaba tavırlarla indirdiği an, şehirle ilişkim sonsuza dek değişti. İstanbul'dan kesin olarak kurtulmaya karar vermiştim. Taksicinin yüzünden kendimi şehrin dışına atıldığımı hissettim.
Bu hikayeyi yüzyüze dinlemek isterseniz...
O zamanki eşime, “Artık İstanbul'da yaşamak istemiyorum," dediğimi hatırlıyorum. Durup kendime sormak zorundaydım: Bu gürültüye, kötülüğe ne kadar daha dayanabilirim? Cevap: Hiç zorunda değilim oldu.
Hayallerimi süsleyen Bozcaada’daki bağ, sağlık durumum nedeniyle denklem dışı kalınca yaşayacak yeni bir yerim olsun istedim. Marmaris Selimiye'de arsa yine eski eşimin girişimleriyle bulunup, alındı. Bana hayallerimi geri verdi. Bu adımın iyileşmemde büyük payı olduğuna inanırım. Zira bir yıl süren tedavimle dört yıla yayılan kontrollerim bitti, kanserden mezun oldum. Ama evliliğim de bitti. Bir sayfa kapanırken başka bir sayfanın sessizce açıldığını bilmiyordum.
Nefes alacak yeni bir yerdi Selimiye.
Satın almadan önce arsanın ilk fotoğrafı.
İstanbul’dan bir an evvel kurtulmak üzere ilk adımlarımı atmaya başladığım dönemlerdi. Hızla küçülmeye ve para biriktirmeye başladım. Arabamı sattım, freelance işler aldım. Karşıma ortaokuldan sınıf arkadaşım Hülya’yı çıkardı hayat. Ona, "İstanbul dışında benimle yaşar mısın?" diye sorduğumda yaşadığı şoku hatırlıyorum. Bu ani teklifi, hayatını buna göre düzenlemek adına önce öteledi, bir zaman sonra da kabul etti. Hatta uzun tartışmalardan sonra, yönümüzü Selimiye yerine Bodrum'a çevirmeye karar verdik.
Babamın dükkânın yanında depo olarak kullandığı yeri eve dönüştürmesiyle, iki yıl da orada yaşayıp kiraya vereceğim bedeli bir kenara ayırabildim. Bu sayede bizi Bodrum’da en az bir yıl tutacak bir birikimi cebime koydum. Patronuma planımı anlattığımda ne mutlu ki bana destek olabileceklerini söyledi. Artık önümüzde hiçbir engel kalmamıştı.
Rahmetli babam kira ödemeyelim diye depoyu ev çevirmeye karar vermişti.
Bize en büyük kıyaklarından biri olmuştur.
Burada 2 yıl yaşadık.
Ruh Arınması: Bisiklet Yolculuğu
Geriye dönüp baktığımda, asıl arınmanın taşınma kararıyla değil, yaptığım yolculukla başladığını görüyorum. Zira İstanbul'dan Bodrum'a 8 günlük bir bisiklet yolculuğu yaparak gitmeye karar vermiştim. 35 yıl sonra ilk kez bir bisiklet aldım.
Bu yolculuğun, sadece bir rota değil; bir tür arınma olmasını şöyle açıklayabilirim: Bodrum’a bir saatlik uçak yolculuğu yapsaydım eğer, üzerimde İstanbul’a ait tüm tozu, toprağı, gürültüyü, kiri, stresi ve geçmişin yükünü de yanımda götürecektim. Bisikletin üzerinde, her pedal çevirişte, şehre dair ne ağırlığım varsa yola döktüm, geride bıraktım. O 8 günü de ruhumun kemoterapisi diye tarif edebilirim. Yolda bedenim çok yoruldu belki ama içim hafifledi.
Bir çok yakınıma göre Bodrum'a bisikletle gitmek çılgınlıktı.
Ama her anı çok özeldi.
Turun en sevdiğim fotoğraflarından.
Sadece fiziksel ve mental olarak değil, forma tasarlayarak da hazırlandım. Kuşadası
Dilek Yarımadası
Bodrum'a son kilometreler
Akşamki mini bir kutlama yemeği. Mahmut Kaptan 26 Ekim 2014
Paket lastiğiyle evlilik teklifi. Fakat resmi evlilik 26 Mayıs 2016'dır.
Yeni hayat başlıyor.
Bodrum’a vardığımda sadece coğrafya değil, içimdeki ben de değişti. Tertemiz girmek istediğim yeni hayata, gerçekten de sıfırdan başlayan biri olarak adım attım.
11 Yıl Sonra
11 yıldır ufku selamlayarak uyanıyorum. Yeni güne başlamak için İstanbul'da yaşarken hiç olmayan motivasyonlara sahibim artık. Bisikletle çıkıp bir-iki saatliğine sabah sürüşü yapmak, rüzgârı hissetmek, geçtiğim her bir metrenin değişen kokularını duymak gibi. Kışın zemherisinde bile topraktan yükselen keskin kekik kokusuyla başlayan sürüş, az sonra denizden gelen iyotla karışıyor... Zemheri demişken, berrak ama soğuk sabahlarda odun parçalamak, sobayı yakmak, Hülya uyanmadan kahvaltı hazırlamak da yaşadığımı hissettiriyor. Bahçeye diktiğin fidelerin çiçek vermesini ve sabırla sebze meyveye dönüşmesini izlemek nasıl bir mutluluk kaynağıdır tarif edemem. Çocukça bir neşe diyebilirim belki. Bodrum'un yavaş akan zamanına uymak kadar huzur verici bir şey de yaşamamıştım daha önce. Bodrum ne kadar değişirse değişsin 11 yıldır sabahları aynı heyecanla uyanıyorum.
Sırf şu görüntü için erken kalkarım
2015
Hiç bilmeyenler, mezar zanneder. Bodrum'un susuz bir yer olduğunun ispatıdır gümbetler.
Bisiklet Bodrum'da hayatımın vazgeçilmez bir parçası oldu.
Balta da...
Bahçeyi ekip biçtik her yıl. Ne çok şey yedik ürettiklerimizden.
Çat kapı dostlarımız uğrar. Bu İstanbul'da mümkün değildi benim hikayemde.
Mahsül Girl
Sabahları yüzünü denizde yıkamak da eşsizdir.
Yağmurda bir meyhanede mahsur kalmak da...
Eğer ağaçtakilerini bitirmezsen pazarcı portakal satmaz.
Gelinir, gidilir.
Dostlarım hep özel oldu.
Dostluklar özel masa başında
Geleneksel Girel yürüryüşlerimizden
Rakının öğleni güzel Geremeli'de
Ali ile yarım yarımada turundan.
Bir başka sabah sürüşü Kaan'la
İnsan ev sahibiyle de bisiklete biner mi?
Bodrum'dan sıkılıp, Kaş'a sürer mi esince?
Yakında mantara da çıkarız.
Hayatımın dörtte birini Bodrum'da yaşadığım için mutluyum. Hedef Yarısına ulaşmak!
Bodrum'da yaşamak, iyilikler getirdiği gibi kötü sürprizlere karşı da zırhım oldu benim. Burada genelde kendi işimi görmek, tamiratlarımı yapabiliyor olmak, sorun çözmek de çok gururlandırıyor ayrıca beni.
İş güç çok sorulur bana. Kariyer… Artık 50 yaşını aşmış biri olarak kariyer çok da üzerine düşünmem gereken bir şey değil. Freelance işler halen gelir bana. Aralarından meşrebime uygununu seçiyorum. Ama en güzeli kimseye bir eyvallahım olmadığından hayır diyebilmek. Emekliyim de artık. Hayat çok çalışmak için fazla kısa.
Benim için İstanbul’dan bisikletle yola çıktığım 17 Ekim, Hülya içinse Bodrum meydanında kavuştuğumuz 26 Ekim özel gün sayılabilir. Ancak illa tek bir tarihe indireceksem, 26 Ekim daha ağır basıyor. Zira Bodrum’daki kavuşmamızı ona evlilik teklifi yaparak taçlandırdım. Parmağına paket lastiği takarak. Hayatın bazen bütün yolları bir anda düzleşiyor.
Bahçede otururken bazen o günü hatırlıyorum: Kemoterapiye gittiğim sabah, taksiden indirildiğim anı. O gün olmasaydı, belki hâlâ aynı sabaha uyanıyor olacaktım. Bodrum’a taşınmak bir kaçış değildi. Bir uyanıştı. Ve iyi ki olmuş.
İkiniz de pırlanta gibi insanlarsınız. Çok yetenekli bir sanatçı ve iyi bir yol arkadaşı eşiniz. Birbirinizi bulmanız nasıl da değerli! Yorgunluktan duran zihnime ilaç oldunuz yine. İnsan yazıya sarılıp öper mi, öpüyorum...
2007 kış olabilir, tam hatırlamıyorum. O dönem Zebra’da çalışan arkadaşım Mehmet (Gözetlik), yeni işe başlayan sanat yönetmeninin kutlama mahiyetindeki ev partisine benim de katılmamı istemişti. Tanımadığım birinin evine davetlinin davetlisi olarak gitmeyi tercih etmesem de ısrarı karşısında pes ettim. Böylece o akşam ev sahibi Gökhan'la tanışmış oldum... Gökhan'ın mütevazi evinde dikkatimi ilk çeken şey, salonun duvarına boydan boya yazılmış, Arapça bir yazı oldu. Tabi anlamından önce bu geometrik tipografinin, evin dekorasyonuna bu kadar hakim kılınması beni etkilemişti. Karşısında insanı küçücük hissettiren devasa boyutta bir leke. Maalesef elimde bir fotoğrafı yok. (Daha sonra taşındığım Bebek'te, evin bir duvara boyadık.) Tıpkı Edirne Eski Camii'nin duvarlarını süsleyen devasa tasarlanmış hat yazılar gibi olduğunu söylemem yeterli sanırım. Edirne Eski Camii Duvarda, kökü Bizans’a dayanan "k'afto ta perasi" yani "bu da geçer" ol...
Bilenler bilir, annem 7 yıldır Alzheimer hastası. Kasım 2019'dan beri de özel ve iyi bir bakımevinde yaşıyor. Annemle ilgili her gün bilgilendirme yapar, sağlık takibi hakkında düzenli bilgi verirler. Kardeşim de sıklıkla ziyaret ve kontrol ettiğinden içim rahattır. Yanından görüntülü aramalar yapar, aramızdaki mesafeleri ortadan kaldırır. Elini tutmak, saçını okşamak hasretiyle ben de her İstanbul'a gittiğimde ilk annemi görürüm. Eskisi kadar sık İstanbul'a geçmediğimden, kardeşimin oradaki varlığı hem annem hem de benim için değerlidir. Önemli bir şey olursa hızla yanlarında olacağımı bilirim. 29 Ağustos sabah telefonuma şöyle bir mesaj düştü: "Annenizde şu bulgular görüldü. Bu durumlar oluştu. Şu şekilde müdahale edildi." Bunun üstüne bir takım tahliller için onaylar istendi. 31 Ağustos günü de "An itibarıyla hastaneye sevk ediliyor!" haberi geldi. Hemen ardından kardeşim de panikle aradı: "Abi annem kötü!" Annem hep güleç ve neşeli bir kad...
Bu yıl bahçedeki tüm meyveler… ama özellikle kayısılar çıldırdı! Sadece iki ağaçlar, ama her dalı meyveyle doldu. Dallar eğildi, neredeyse kırılacaklardı. O kadar çoktu ki, ne yapsak bitiremezdik. Kurtlanmasın diye ilaçlatmıştım ama evde bu kadar kayısıyı tutmak ve tüketmek mümkün değil. Topladığım kısmını komşulara verdik, reçel yapacak olanlara yolladık… Yine de ağaçta hâlâ kasa kasa meyve vardı. Dedim ki: “Ben bunları en iyisi dağıtayım.” Bir kasa kayısıyı arabaya yükledim, Bodrum’da arkadaşlarımın evlerine uğrayıp bayram şekeri niyetine kayısı dağıttım. Her durak bir sürpriz oldu. Kapılar açıldığında önce şaşkınlık, sonra kocaman bir gülümseme… O kayısılar sadece meyve değilmiş meğer. Mis gibi yıkandı, tadına bakıldı. Havası değişti herkesin. Bir kere sohbeti tatlandırdı, yeni bir an başlattı. Son uğradığım durakta, sohbet ederken arkadaşım şöyle dedi: “Ne garip… Burada kimse ağaçlarıyla ilgilenmiyor. Zeytinler, meyveler dalında çürüyor. Bir keresinde toplamak istedim, bir site sak...
İkiniz de pırlanta gibi insanlarsınız. Çok yetenekli bir sanatçı ve iyi bir yol arkadaşı eşiniz. Birbirinizi bulmanız nasıl da değerli! Yorgunluktan duran zihnime ilaç oldunuz yine. İnsan yazıya sarılıp öper mi, öpüyorum...
YanıtlaSilGüzel sözleriniz üzerine yazacak söz bulamıyorum. Çok teşekkür ederim 🙏
Sil