Sürpriz
Annemin durumu ve bekleme hâli beni yeterince üzmüyormuş gibi, zamanla İstanbul’da bulunmaktan duyduğum mutsuzluk ve sıkışmışlık hissini de aynı heybeye dolduruyorum. Yoksa neden gün gün çetele tutayım? Hatta bu his belki de annemle ilgili duygularımdan baskın hale gelmiş olmalı ki yazılarımda çok net görülebilen bir doku oluşturmuş. Sürecin nereye gideceğini bilmemek, olasılıkları düşünmemek ve hep kötü senaryo üzerinden hareket etmek, İstanbul’a bir dizi hesap hatalarıyla geldiğimi gösteriyor. Gerçi bilemezdim. Ama bu bilemeyeceğim hataları da sanki mızmızlanarak, isyan ederek ve hatta öfkelenerek yazmışım. Mesela birkaç şort, tişört ve ıslanan bez pabuçlarım üzerinden kendime “Bak ne haldesin!” demişim sanki! Bunu yazmakla kalmadım üstelik. Hülya, kardeşim ve birkaç arkadaşıma da dertleniyorum. Niyetim öyle olmasa bile kafalarda acınılası bir resim çizmişim sanki.
![]() |
Evin bu köşesi bir nevi bekleme salonu |
Halbuki bu önünü alamadığım çocukça bir inat. Beynimin bir köşesi güneşlerle geldiğim yere güneşlerle döneceğimi söylüyor. Bahçe duvarını tırmanan sarmaşıkların beni aynı şekilde, yemyeşil ve arsız halde karşılayacağına inanıyorum. Sanki Bodrum’da bir düğmeye basılmış, zaman durmuş ve döndüğümde kaldığım yerden devam edeceğim gibi düşünüyorum. “O halde bu fotoğraftan nasıl çıktıysan, öyle geri döneceksin,” diyor zihnimin içindekiler. Bir çeşit muhafazakarlık.
Yaşlanmakla muhafazakarlık arasında bir paralellik var. Nerede okudum pekâlâ hatırlamıyorum ama çok güzel bir anlatıydı. Kabaca şöyle açıklıyordu yazan: “Gençlerin önünde uzun ve gözlerini diktikleri bir gelecek var. Oysa yaş aldıkça ileride görülecek pek bir şey kalmıyor. Bu nedenle yaşlı insanlar bakılabilecek tek yere, geçmişlerine bakıyorlar. Özellikle de çocukluklarına.” Bu önünü alamadığım inadı açıklıyor sanki. Kendimi yaşlı saymamakla birlikte kırk dört gün boyunca gün gün yaşlandığımı hissettiğimi söyleyebilirim. Duru'nun evin çeşitli yerlerine kondurduğu aynalarda gördüğüm aksim, daha yorgun, daha kırışık, göz simetrisi bozulmuş ve solgun gibi.
Duru demişken, dün (13 Ekim) Duru’nun doğum günüydü. Hülya hafta boyunca kızına, küçük küçük topladığı hediyelerden birini de benim adıma almış. Bu ara kafam o kadar dağınık ki gerçekten de aklıma Duru’ya bir hediye almak gelmedi. Hatta doğum günü sabahı erken saatlerde yoğun bakımdan arandığımız için bir panikle kardeşimle hastanede buluştuk. Bu ikinci kez oluyor. İlk seferinde de hayli geç bir saatte çaldı telefonum. Alakasız bir saatte üstelik bilmediğim numaralardan gelen telefonları açmam genelde. Fakat geride kalan kırk dört günde her arama yüreğimi ağzıma getiriyor.
İlk arandığımda da önce uzun uzun “Seyrantepe Haseki Etfal Hastanesi Yoğun Bakım Ünitesi’nden…” diye başlayan girizgâhı dinlemiştim. Her kelimede nabzımın yükseldiğini hatırlıyorum. Aslında benden imza almak için hastaneye davet aramasıymış ama gel de bana sor. Hastaya yapılacak kesi ve girişler, yakınlarının iznine tabi olduğundan doğal bir prosedür onay istemek. Fakat öyle saatlerde çalıyor ki telefon “kötü bir şey oldu!” korkusuyla ter içinde kalıyorum. İkinci aramada da aynısı oldu. Oysa istenen onay için ben geçen hafta zaten imza vermiştim. Hem annemin karından beslenmesine yarayan PEG hem de solunum desteği adına önerilen trakeostomi operasyonu için.
“Yeniden imza almamız gerekiyor! Üstelik aksi bir duruma karşın müdahale boyunca hastanede kalmanızı rica ediyoruz,” dediler.
Duyguları bu kadar çabuk dalgalandıran sözleri ancak hastanede duyabilirsiniz. Üstüne doktoru da sizinle görüşecek dendi. O 2-3 dakikalık bekleme anında yine yere yığılacak gibi hissettim. Fakat doktor tatlı bir özürle:
“Sizi boşuna çağırmışlar,” dedi. “Cumadan beri yerime bakan arkadaş, dosyayı bilmediğinden yakınlarından müdahale için onay alın demiş.”
Ayaküstü biraz daha sohbet ettik. PEG değişiminin öncelik olmadığını, trakeostomi için lokal de olsa anestezi vermenin risk teşkil ettiğini söyledi. "Önümüzü görebildiğimiz bir tabloda bu müdahaleyi yapabiliriz. Ama şimdi değil!"Bu son sözü bile annemin durumunu çok net açıklıyordu bana göre.
Çıkışta kardeşimle muhabbet ettik. Doktorun "Önümüzü görebildiğimiz bir tablo..." sözünü açık açık önümüzü göremiyoruz demek istediğine bağladık. Hemen de ayrılamıyorum hastaneden. Bir çeşit sendrom bu, diyebilirim. Bilmiyorum ama bir müddet daha beni orada tutan bir şey oluyor.“Şimdi ne yapacaksın? Eve mi geçeceksin?” diye sordu Mehmet.
Yapacak bir şeyim olmadığından, can sıkıntıma geri dönecektim elbette. “Bize gidelim!” dedi. Hiç düşünmeden “olur” dedim. Belki yer değiştirmek farklı hissettirir diye.
Yolda konusu açıldı durup dururken. “İstersen,” dedi. “Gidip sana mont, kazak ve ayakkabı alalım bir yerden.” Zihnim hemen devreye giriyor ve konuşmaya başlıyor böyle durumlarda: “Bodrum’dan nasıl geldiysen, öyle geri döneceksin.”
Kardeşimin evlerine geçince aklıma geldi Duru’nun doğum günü olduğu! Hülya’ya yazdım. Programı bilmiyorum. Bir sürpriz yapılacağını biliyordum ama ne olduğuna dair hafızamda zerre kadar fikir kalmamıştı. Yazdı: “17:30’da Kadıköy’de buluşulacak, Duru’nun kuzenleri vs. Sonra arkadaşlarıyla buluştuğu mekâna baskın yapılacak. Madem karşıdasın sen de oradan Kadıköy’e gelirsin!”
![]() |
Duru burada 10 yaşında olmalı. Belgrad Ormanı'nda sohbet. |
![]() |
Biz taşındıktan sonra Duru kışın Bodrum'a gelmişse mandalina bahçelerinde yürürdük. |
![]() |
Tesadüf odur ki beraber tatil yaptığımız ilk yer de Selimiye'dir. |
![]() |
Çok yüzdük. Öyle böyle değil... |
![]() |
Midilli'ye gittik |
![]() |
Berlin'e de |
![]() |
Asmalı Cavit'e de gittik cumaları... |
Buluşma saatinden bir buçuk saat önce Çekmeköy’den otobüse bindim. Pekâlâ metro ile de gidebilirdim ancak her iki ulaşım alternatifi de dakika farkıyla aşağı yukarı varışı bir saat veriyordu. Metroyu tercih etmedim. Yeraltının bu modern ulaşım seçeneği bana çok havasız geliyor. Kalabalığı boğazıma oturuyor. Oturacak yer şansı bulabilsem bile kara bir tünelin içinde sağa solu izleyebileceğim bir manzara yok. En fazla sıkkın, bunalmış yüzlerce sima görecektim. Otobüs iyidir dedim. Oturdum da.
Adını bilmediğim bir sürü semti geçtim: Şahinbey, Çavuşbaşı, Fevzipaşa... Tamı tamına 47 durak olduğu için hepsini sayamıyorum. Eskiden sanayi bölgeleri olduğunu düşündüğüm bu yerleri şehir yutmuş diye düşündüm. Yol boyunca da sağı solu izleyebileceğim bir manzara bu güzergâhta da yoktu maalesef. Benim hâlihazırda çok sıkıldığım İstanbul’un, çok daha çirkinleştirilen duraklarından geçiyordum. İnsan ne işim var benim burada diyor. Bir de yol bir buçuk saatin üzerinde sürdü trafik nedeniyle. Buluşmaya geç kalıyordum.
Hülya yazdı yeniden: “Bahariye’de buluştuk, oraya gel.” Konum da attı. Kadıköy iskelesine gitmek yerine Altıyol’da inecek olmak hatırı sayılır bir zaman kazandırdı. Tüm baskıncıları 4 dakika rötarla mekânın önünde yakaladım. Sürpriz, daha çok Duru’nun Köyceğiz’den öğlen uçağıyla gelen babasıydı. Kuzenleri ve bizi zaten sıklıkla görüyordu. Fakat bizim de oraya bir baskına gideceğimizi bilmiyordu tabii. Tüm bu organizasyonu masadaki arkadaşları yapmıştı. Güzel de oldu. Duru 22. yaşını yüzüne sabitlenen kocaman gülümsemeyle karşıladı…
![]() |
Duru'nun hayatına o henüz 6 yaşındayken girdim. |
Ancak bir sürpriz de beni bekliyordu. Duru’nun köpeği Vodka’yı tuvalete çıkarmak gerektiğinden Hülya ile erken kalktık yanlarından. Mecidiyeköy’de bir köpeği gezdirebileceğiniz alanlar, sadece o soğuk modern binaların, granit kaplı meydancıkları arasına sıkıştırılmış çimen havuzlarıydı. Havuz diyorum zira bir köpeğin alabildiğince koşacağı kadar büyük değiller. Zaten köpekler koşsun, oynasın diye düşünülerek düzenlenmişler. Peyzaj olsun torba dolsun. Görüntü işte.
Eve dönünce odaya girdiğimde bir de ne göreyim? Hülya bana bir mont ve pantolon almış. Kendine bu kadar "Bak ne hale geldin!" diye isyan eden yazılar yazarsan, olacağı budur: Birileri bana mont, pantolon ve ayakkabı alsın demişim gibi hissettim! Ama çok da sevindim. Sarıldık. Sordum da... “Aa manyak!” diye tepki verdi. “Burada da bir iki parça bir şeyin olsun diye düşündüm.” dedi. Yazılarımı okumamıştı.
Doğum günü kutlu olsun Duru nun nice yaşlara. Hülya
YanıtlaSilÇok teşekkürler Hülya Hanım 🙏
Sil