Annemin Son Yolculuğu
Son Akşam Yemeği
Annemi yitirmeden bir önceki gün, Duru annesi ve üç kuzeniyle kız kıza bir akşam planlamışlardı. Ya da ben öyle sanmıştım. Çünkü Hülya bana "Sen de gelmek ister misin?" diye sorduğunda, onlara rahatsızlık vermek istemediğimi hissettim. Hastaneye de uğramadığım için gün boyu evde yalnız kalma fikri bana iyi gelmişti. Ruhen yorgun hissediyordum.Akşamüstü Hülya bu sefer "Hadi hazırlan!" diye üsteledi. "Çıkalım, beraber bir yemek yiyelim. Sana da iyi gelir. Bütün gün oturdun, kalk biraz hareket et."
İtiraz edecek gücüm de yoktu. "Belki biraz dışarı çıkmak fena olmaz," diye düşündüm. Sadece pantolonumu giymek de hazırlanmama yetti zaten. Az eşya sahibi olmanın avantajı işte. "Tavanarası’na gideceğiz!"
![]() |
Annemle beraber çekilmiş bulabildiğim son fotoğraf |
Tavanarası ve Beyoğlu
Tavanarası, Beyoğlu’nda Asmalı Mescit Sokağı’na bakan salaş girişiyle pek dikkat çekmese de bulunduğu sokağın güzel apartmanlarından (Emirhan) birinin, çatı katında, harap bir asansörle çıkılan, otantik döşeli bir restorandır. Burasını, flört ettiğimiz yıllarda, Hülya sayesinde öğrenmiştim. Önünden yüzlerce kez geçip hiç fark etmediğime şaşırmıştım. Sonraları Galata’da yaşamaya başladığım dönemde de hem Hülya hem de arkadaşlarımla birkaç kez gitmiştim. Fakat en önemli konuğum annemdi. Özellikle ilk taşındığım haftalarda arada sırada beni ziyarete geliyordu. Ona mekân çok değişik gelmiş ve hayatında farklı bir şey yaptığı için çok mutlu olmuştu.Zira Beyoğlu, annemlerin kuşağı için tehlike demekti. Tekinsiz, güvensiz algısı büyük ihtimalle o yıllarda televizyonların bir numaralı gazetecisi Uğur Dündar’ın çektiği belgesel haberlerden kaynaklanıyordu. Tinerciler, yankesiciler, hayat kadınları, evsizler gibi konular, programının odağıydı. Üçüncü sayfa haberleri hep ‘Beyoğlu’nun arka sokakları’ başlığıyla yazılıyordu. Annem için burası hep tedirgin edici olmuştu.
Benim Beyoğlum
Benim Beyoğlu ile ilişkim pek tabii ki üniversite yıllarımla başlar. Fındıklı’daki okuldan çıkıp Cihangir’e tırmanır, oradan da Çukurcuma bağlantısıyla Beyoğlu’na geçerdik. 2010 yılında Galata’ya taşındığımda büsbütün bir parçası olduğuma da ayrıca çok sevinirim. Bize televizyon ve gazetelerde gösterilen durumla benim yaşadığım gerçeklik taban tabana zıttı. Sakini, esnafı, memuruyla daha önce yaşadığım yerlerden farklı değildi. Orayı daha da güzel yapan, hep bir kartpostalın içinde olma hissiydi. Milyonlarca insanın geçtiği, hareketli, ziyaretçisi eksik olmayan bir yer, zaten cazipti. Birileri "nerede çokluk, orada bokluk" demiştir. Kameralar bokluğu sever. İzleyici de…Fakat tinercisi de, hayat kadını da, evsizi de insan sonuçta. Hem de çok iyi insanlardı. Zira bir kısmını, mahalleli olunca otomatikman tanıdım.
Şişhane metrosundan çıkıp, Tünel geçidini kullanarak Sofyalı Sokağa geçtik. İlk fark ettiğim, burada yaşadığım yıllarda sokağı daralttığı için belediye tarafından kaldırılmış masaların geri gelmiş olmasıydı. Helvetia hâlâ yerinde duruyordu. Fakat Ugly, Otto, Parantez gibi kült mekânlar isim değiştirmişti. En önemlisi, sokağa da adını veren Sofyalı Meyhanesi kapanmış, aynı adla bara dönüşmüştü. "Hay bir kunduz!" Fakat hep hissettiğim o izbe ve samimi durum değişmemişti.
Sofyalı Sokağın, Asmalı Mescid ile kesiştiği noktada aynı salaş giriş karşıladı bizi. Apartman girişinde, üzerinde kocaman harflerle ‘Tavanarası’ yazan ışıklı tabela var mıydı hatırlamıyorum ama önüne kocaman bir menü panosu konulmuştu. "En azından artık yeri fark ediliyor," dedim kendi kendime.
Yukarı çıktığımızda Duru’nun kuzenlerinin ikisi, Evren ve Evinç solda cam kenarındaki 4 kişilik köşe masada oturuyorlardı. Düşündüğümüzden erken geldiklerini, Evinç’in önündeki kadeh rakısı ve küçük bir mezeden anladım. Masaya sığıştık… Böylesi en güzeliydi. Sonradan da ortanca kuzen Evrim de katıldı. Daralmış masaya konan meze tabaklarını hızla boşaltmak, yenisine yer açmak benim nezdimde neşeli bir oyun gibiydi. "Bir 50'lik rakı yeter," dedik ama sohbet o kadar güzeldi ki bir 35'lik daha içtik. Masadan çok mutlu kalktım. Hatta öyle mutlu kalktım ki, Asmalı Cavit’ten bir sonraki cuma gününe (elli dördüncü gün) yer ayırttım.
Sofyalı Sokağın, Asmalı Mescid ile kesiştiği noktada aynı salaş giriş karşıladı bizi. Apartman girişinde, üzerinde kocaman harflerle ‘Tavanarası’ yazan ışıklı tabela var mıydı hatırlamıyorum ama önüne kocaman bir menü panosu konulmuştu. "En azından artık yeri fark ediliyor," dedim kendi kendime.
![]() |
Bu dönem çok nadir fotoğraf çekiyorum. Bu da internetten bulduğum bir fotoğraf. |
Yukarı çıktığımızda Duru’nun kuzenlerinin ikisi, Evren ve Evinç solda cam kenarındaki 4 kişilik köşe masada oturuyorlardı. Düşündüğümüzden erken geldiklerini, Evinç’in önündeki kadeh rakısı ve küçük bir mezeden anladım. Masaya sığıştık… Böylesi en güzeliydi. Sonradan da ortanca kuzen Evrim de katıldı. Daralmış masaya konan meze tabaklarını hızla boşaltmak, yenisine yer açmak benim nezdimde neşeli bir oyun gibiydi. "Bir 50'lik rakı yeter," dedik ama sohbet o kadar güzeldi ki bir 35'lik daha içtik. Masadan çok mutlu kalktım. Hatta öyle mutlu kalktım ki, Asmalı Cavit’ten bir sonraki cuma gününe (elli dördüncü gün) yer ayırttım.
![]() |
Tavanarası'nda rakı |
Sabah Gelen Telefon
Rakının da etkisinden olacak, sabah geç kalktım. Geç dediğim bir başkası için erken sayılabilir. Çünkü ben 6:30’da uyanırım. Bir dakika sonrası bile geçtir benim için. İstanbul’da tek değişmeyenim bu oldu. Fakat tam iki saat sonra uyandım. Kahvaltı saatim kaçmıştı. Yatakta oyalanmaya karar verdim. Kahvaltıyı bir saat sonra yapar, giyinir, 12:40 gibi de annemin yanına geçerim diye düşündüm. Tavanarası’na gitmeden önce, dün annemi ziyaret etmediğim için duyduğum suçluluğu kardeşimle paylaşmıştım. "Her gün gitmek zorunda değilsin. İkimiz de iyi hissetmiyoruz, arada gitmemek olabilir," diye teselli etmişti. Çünkü doktorun verdiği bilginin pek geçerliliği kalmamıştı son bir haftadır. Telefonuma daldım yatakta… Çalana kadar da boş boş sosyal medyada dolaştım."Seyrantepe Haseki Etfal Hastanesi Yoğun Bakım Ünitesi’nden…" diye başlayan girizgâhın ardından karşıdaki, "Annenizin kalbi durdu ve şu an müdahale ediliyor. Hastaneye gelebilir misiniz?" deyiverdi.
Kalktım, balkonda kahvesiyle sigarasını içen Hülya’yı buldum. Kendime de bir sigara yaktıktan sonra söyledim anneme müdahale edildiğini. Sonra hemen kardeşimi aradım. "Eyvah!" Hastanede buluşalım diyerek kapattık telefonu. Hülya da bu arada hazırlanmıştı. "Ben de geleceğim!" dedi. Beraber çıktık evden. 35 dakikalık yolculuk boyunca saati kontrol ettim. Müdahale denen şey 15-20 dakikayı geçmez diye düşündüm.
Sonsuz Bekleyiş
Yoğun bakım önündeki görevliye geldiğimizi haber etmesini buyurduktan sonra beklemeye koyulduk. 15-20 dakika sonra da Mehmet geldi. "Daha haber yok. Bekliyoruz," dedim. "Sıvıştım evden," dedi. Haber vermeden çıkmış. "Gidip, Burcu’yu alsam mı evden?" diye dışından düşündü. Fakat her an iyi ya da kötü haber gelebilir diye beraber beklemeye koyulduk.Yoğun bakım önü, yeni hastaların yakınlarıyla hareketlenmeye başladı bu arada. Ziyaret saati yaklaştıkça hâlihazırda hastası içerde olanların yakınlarıyla iyiden iyiye dolacaktı. Önce Mehmet bir hava almaya çıktı. Sonra Hülya ile biz. Zaten biz dışarıdayken geldi telefon.
"Annemi kaybettik!" diye aradı Mehmet… Üzgün bir sesle "Morg’un orada buluşalım," dedi.
Mehmet’i bulmaya giderken saklamaya çalışsam da hıçkırıklarımı duydu Hülya. Derken baş sağlığı telefonları da gelmeye başladı. Meğer Mehmet, iyi bir haber gelmeyeceğini düşünerek, beklerken sosyal medya için küçük bir duyuru hazırlamış. Hemşire gelip annemin vefatını haber verince de hemen göndermiş… Telefonlara yanıt verirken Hülya ile kol kola indik merdivenleri. Kardeşimle buluşup sarıldık. "Ne yapacağız şimdi?"
Morg görevlisi, ölüm belgesini, acil servisten; acil servis, kırmızı alandan; kırmızı alan görevlisi de hasta nerede vefat ettiyse oradan almamız gerektiğini söyledi. Sayelerinde tüm hastaneyi tavaf ettik. Döne dolaşa yine kalabalıklaşan yoğun bakımın önüne geldik. Kardeşimi morga yönlendiren görevli, durumu izah edince belge çıkana dek beklemek üzere bizi bekleme alanına geri gönderdi. Bu sefer de belgeyi beklemeye koyulduk. "Ben de gidip Burcu’yu alayım!" diyerek aramızdan ayrıldı.
Birkaç saat beklemişizdir. Hatta o kadar bekledik ki görevliye gidip sorma ihtiyacı hissettim. "Bu kadar uzun sürer mi belge hazırlamak?"
Mehmet hastaneye döndüğünde arabayı morgun önüne park etmişti. Biz yukarıda bekleye duralım, oradaki görevliden almış belgeleri. Bizi arayıp haber verdi de nefes alamadığım yoğun bakım önündeki kalabalığı yararak ayrıldık. Defnin yapılacağı Zincirlikuyu’dan bir araç gelecekmiş. Cenazemizi gasilhaneye teslim ettikten sonra cenaze işleri için büroya çıkacakmışız. Tek tek anlattı morg görevlisi.
Aracı beklerken, Mehmet, Burcu ve Hülya ile anneme dair anılarımızı tazeledik. Üzüntüyle karışık, gülümseten bu hatıralar, yas sürecimizin başladığını işaret ediyordu belki de.
İşin en zor kısmını cenaze aracı geldiğinde yaşadık. Morg görevlisi annemi tabuta almak ve araca taşımamız için yardım istedi. Bu aşamada ilk adım teşhis etmekti. Bu işi ben üstlendim. Annemi teşhis ettim. Pek iyi örtülmemiş olması, o son ana saygısızlık gibi geldi, canımı yaktı. Üzerinin açılmasına izin vermemeye çalışarak tabutuna aldık; tabutu da arabaya aldık. Mezarlığa, cenaze arabasında gittim. Yol boyunca telefonlar geldi. Kimini açmaya elim gitmedi. Açtıklarımın çoğu da cenazenin ne zaman ve nerede olacağını sorup durdu. Bebek Camii’nden kalkacağı kesindi de ne zaman olacağını bilmiyordum. Bu işlerden hiç anlamadığımdan donup kaldım diyebilirim. Hoş kim anlar ki… “Haber vereceğiz, duyuracağız,” diyerek kapattım telefonları.
Gül Teyze
Annem 44 günlük yoğun bakım sürecinde hep cenin pozisyonunda olduğundan tabutunda da o haldeydi. Hatta gasilhaneye vardığımızda, muhafaza edileceği dolabına yerleştirmekte de zorlandık. Cenaze işlerindeki görevlerimizi de tamamladıktan –ki burada defnedileceği yerin, yani babamın kabrinin olduğu yeri görevliye göstermek, keşif gibi ödevler de vardı– sonra sabah 9 gibi yıkanma sırası almak üzere orada olmamızı istediler. Eğer erken gelirsek, “öğle namazına yetişir,” dedi son görevli. Bu duyuruyu da yaptık sosyal medyadan…Annemin yoğun bakım sürecinde en cevvalimiz, adeta dışarıdan aklımız olan Gül Teyzemizi atlamak istemiyorum. Attığımız, atacağımız her adımda aradaki boşlukları o doldurdu. Dedim ya ben hiç anlamam bu işlerden. Gül teyze olmasa muhtemelen insanların başsağlığı dileklerini camiide kabul eder, sonra dağılırdık.
Babam ve Annemin Tanışma Hikâyesi
Üstelik Gül Teyze annemle babamı bir araya getiren kişidir. O zamanlar babaannem, babama evlenebileceği bir kız bakıyormuş. Göçmen olduklarından özellikle Arnavut bir gelin arayışı içindeymiş. Babaannemin bu konuda korkulacak derecede sabit fikirli olduğunu bilirim.“Arnavut’tan gelin al, damat alma!” sözünün sahibi pekâlâ kendisi olabilir. Fakat daha da ilginci bu görücü müsamerelerinde kullandığı taktikler. Mesela o Arnavut kızı görmeye gittiklerinde babaannem babama, “Çayına çok şeker atarsan ben kızdan hoşlandığını anlarım,” diyerek şifre vermiş. “Hoş geldiniz, iyiyiz, sizler nasılsınız? Ne içersiniz…” faslından sonra gelen çaya babam zerre kadar şeker atmamış da kalkılmış… Gül teyze de bu hikayeyi anlatan babama Edirne’deki kuzeninden bahsetmiş. “Gidelim, bir gör sen de!”
![]() |
Annemin nişanı - Babam, annem, Gül Teyze ve Alaaddin Amca |
Edirne’de cami gezmeye gelecekleri bahanesiyle ananeme bir mektup yazıyor Gül Teyze. Tüm aile yola çıkılıyor. Bu bir gezi gibi gözüksün diye Bebek’in diğer esnafları da hiç işleri yokken katılıyorlar, Edirne’ye gidiyorlar. Buluşma, cami gezisi vs. derken gün orada geçiyor. Ayrılmadan bir çay içmek üzere ananemlere uğranıyor. Gül Teyze annemin getirdiği çayları servis ediyor ki falso verilmesin. Babama çayı uzattığında da soruyor, “Şeker alır mısın?” diye. Babam yarım bardak dolana dek şeker koyuyor, çay taşıyor. Tabii bu şifreyi babaannem, belki halam (oradaysa) ve Gül Teyze biliyor. İstanbul’a döndüklerinde kız istemeye geleceklerini bildiren yeni bir mektup yazılıyor. Gül Teyze bir nevi varlığımızın nedeni…
Hikaye bu kadar tatlı olsa da evliliğinin 14 yılını babaannemle geçiren annem için o dönemler kolay olmamış diyeyim kibarca. Bildiğin zehir etmiş hayatı anneme. Gül Teyze’ye bile çıkışmış “sen aldın hayatımıza” diye. Babaannem bize ve dışarıya melek gibi bir kadındı. Fakat anneme karşı hep sertti. Geri kalan hayatında yaşadığı sağlık sorunlarının, hatta Alzheimer’ının altında da bu travmatik günler yatıyor büyük ihtimalle.
Biz mezarlıktan ayrılırken, Gül Teyze telefonda bir yandan da ağlayarak, “Atlıyorum Bebek’e geliyorum, siz de inin, muhtarla, imamla konuşalım. Duası için plan yapalım. Lokma filan dökmek de lazım. Anneciğinizi usulüne göre uğurlayalım…” dedi. Mehmet ve Burcu, Hülya ve beni Bebek’e indirip, trafiğe girmeden ayrıldılar. Hepimizin orada olması gerekmiyordu sonuçta. Üstelik Bebek arabayla girilemeyecek denli sıkışıktır ve park yeri yoktur.
“İstanbul’da arabasız yaşanmaz” diye diye şehir tüm yolları tıkalı bir yere dönüştü. Tam tersine arabam olmadığı için hep daha rahat hareket edebildim. 2010 yılında, hâlâ İstanbul’da yaşıyorken arabamızı evin sokağa bırakmış, zorunlu olmadıkça çıkarmamıştım. Yanlış hatırlamıyorsam 2013’te de sattık. Bodrum’da da yedi sene hiç arabamız olmadı. Kabaca 2010-2021 yılları arası ben diyeyim on, siz deyin dokuz sene hiç arabaya ihtiyaç duymadım.
Muhtarlıkta buluştuğumuz Gül Teyze ile muhtar Ayşe ablamız ile sarılıp gözyaşımızı döktükten sonra ne yapacağımıza karar vermeye çalıştık. Sorulan soruları anlamadığımdan şaşkın ördek gibi bakakaldım. “Kaç kişilik lokma döktürelim? Bin?”, “Liste yazdın mı?”, “Servis düşünüyor musunuz mezarlığa gitmek için?” gibi gibi bir sürü soru…
Değişik İmam!
İmam da çağırıldı muhtarlığa. Ama o pek sevilmiyormuş diye konuşuldu. “Neden?” Değişik biriymiş. Daha sonra bizim dükkâna uğradığımızda çalışanlar da imamın pek sevilmediğini söylediler. “Kötü biri mi?”, “Yoo değil!”, “Yobaz mı?”, “Hayır!”, “Neden sevilmiyor?”Benim gördüğüm adam bakımlıydı. 90’lı yılların futbolcularının saç kesimlerini andıran modeliyle iyi bir karizması vardı. Ayakkabılar spor ve sadece üç dakika evvel kutusundan çıkarılmış kadar temiz. Efendim bizim caminin imamı sabahları koşuyormuş. Bisiklete binip turlarmış. Kanosuyla da boğazda kürek çekermiş. Arada tavla da oynarmış… Tam Bebek’e uygun bir adam işte… Birini sevmeme nedeni, üzerine biçilmiş kıyafeti farklı taşıması nasıl olabilir? “Bir gün…” dedi Sedat.
“Aklıma takılan bir şeyi sormak için yolunu kestim. Uzun uzun anlattım. Uzun uzun dinledi ve ‘Madem merak ediyorsun, oku’ dedi ve dönüp gitti.”
Burada kısaca kendi bakış açımı yazmak isterim. Dinle aram hep limoni olmuştur. İlk, ortaokul ve lisede bütünlemeye kaldığım tek ders de dindi. Öğretilmeye çalışılan duaları öğrenmez, dilim bir türlü dönmediği için öğretmenlerimden azar işitirdim. O nedenle hiçbir duayı hâlen bilmem. Ortaokuldaydım ve babaanneme sormuştum. “Neden Allah’tan korkmalıyız babaanne?” diye. Okuma yazma bilmediği hâlde Kur’an’ı açar okur gibi yapıp dualar ederdi çünkü. “Niye sordun?” dedi güleç yüzüyle.
“Öğretmen Allah korkusunu anlattı. Korkmayan günah işler, hakka girer, suça kayar gibi şeyler söyledi. Neden Allah’tan korkmalıyım?” “E korkma o zaman…” “Ne yapayım?” “Sen de sev bari…”
Yani o sert, hatta cahil kadın babaannem, okulda öğrendiğimden başka bir kapı açmıştı o yaşta bana. Oysa bana kızacağını ve “Korkmalısın, çünkü…” diye başlayan cümleler kuracağını düşünmüştüm.
Beni din konusunda farklı düşünmeye sevk eden bir diğer kişi de babamdır. Her şeyi sorgulamaya başladığım yıllarda konu neydi hatırlamıyorum ama babama açıkça “Ben bu dini şeylere inanmıyorum,” demiştim. Belki de gafletinde bulunmuştum. Fakat babamın yüzüne, beklendiğimin tersine güzel bir gülümseme oturdu. “Peki neye inanıyorsun?” diye sordu. Ben de saydım: “Arıya, börtü, böceğe, yağmura….” sıraladım bir dizi şey. Daha da güldü… “İyi ya işte en azından bir şeylere inanıyorsun…”
Daha sonra izlediğim Tim Burton’un “Big Fish” filmi de beni çok etkilemiştir. Oradaki bir replik sonradan mottom oldu.
“Din hakkında konuşmak kabalıktır. Kimi inciteceğin belli olmaz.” Hakikaten mesele karşı tarafı incitmemektir. Oysa din derslerimizde, sokakta, televizyonda, gazetelerde bunun tam tersi bir durum söz konusu. Yirmi yılı aşkın bu ülkeyi yöneten iktidarın politikaları da insanların din ile ilişkilerini çok baltaladı. Bunu ben değil, popüler deyimle dindar mahallenin akil insanları diyor. Bu tespit onların. Yani “Din hakkında konuşmak kabalıktır. Kimi inciteceğin belli olmaz,” sözü her daim geçerlidir bana göre. Rahmetli babam bu söze siyaset ve futbolu da ekle demişti.
Çocukken, gençken Allah ile doğrudan, dümdüz konuşurdum. Dilim dönmediğinden öğrenemediğim duaları kendi meşrebimce ederdim. Zaten bize ailemiz tarafından “İyi insan ol!” öğretisi verildiğinden gerisinin çok da önemli olmadığını biliyorum. Bir gün olsun “Dur namaza gideyim,” dememiş, bir gün oruç tutmamış, hiçbir duayı bilmeyen biri de iyi insan olabilir. Alnın secde görüp görmemesi meseleyi tamamen her yere çekilip kullanılabilecek kullanışlı bir hâle getirir.
Son Yolculuk
Muhtarlıktan çıktığımızda her şey Gül Teyze tarafından halledilmişti. En mutlumuz da oydu. Dediğim gibi, bunlar benim çok bildiğim veya inandığım şeyler değildi. Fakat Gül Teyzemi, annem adına inandığı bir şeyi yaptığı için huzurlu görmek bana da iyi geldi. Eve çok yorgun döndük Hülya ile. Buna rağmen sabah 3.00’te uyandım ve bir daha uyuyamadım. Yağmur yağıyordu.Saat 9’a doğru Mehmet beni aldı. Zincirlikuyu’ya geçtik. Sıramızı aldık ve beklemeye koyulduk. Hastaneleri kalabalık bulurum hep, ne kadar çok hasta insan var diye. Aynı kalabalık burada da vardı. Anonsla çağırıldık. “Kim girecek yanına? Yakını var mı?” diye sordular. Sadece iki oğlu olduğumuzu öğrenince “Görmek (teşhis) için hanginiz gelecek?” Ben gördüm annemi yine.
Yıkanmasını beklerken dışarıda yeni insanlar birikti. Kardeşimle baş başa en sessiz kaldığımız bir yarım saat. Sonra yine bir anons… Yıkama işlemi bitmişti. Yeniden tabuta alındı. Cenin pozisyonu nedeniyle tabutu ahşap kapak yerine örtüyle örttüler. Hava yağışlı da olunca, araç bekleyen diğer cenazelerden ayrı bir yerde muhafaza ettiler. “Bak,” dedim Mehmet’e. “Görüyor musun, annem hâlâ direniyor!” Yas kendi mizahını doğuruyor galiba.
Bir iki saat daha bekledik orada. Anneme dair anılarımızı paylaştık Mehmet’le. Metin geldi daha sonra. Babamın cenaze işlerinde de Metin vardı yanımızda. Şimdi de yalnız bırakmamıştı.
Üçümüz cenaze arabasıyla geçtik Bebek’e. Tabutunu omuzladık. Taşa yerleştirdik. İnsanlar gelmeye, başsağlığı dilemeye başladılar. Gelemeyeceklerini söyleyen pek çok tanıdığımız olmasına rağmen avlu kalabalıklaştı. Çocukluk arkadaşlarımız, annemi daha biz doğmadan tanıyanlar, aile büyüklerimiz vs… Edirne’den yengem, kızı Tuğçe ve oğlu Ertuğ’un orada olmasına sevindim en çok. Annemin en yakınları. Zaten Tuğçe ile sarıldığımızda ağlamaya başladım. Çok ağladım. Sanki anneme sarılıyormuşum gibi…
Bir sürü insana sarıldım. Her biri annemden bir parça taşıyan insanlardı bunlar: Annemin gördüğü, gülümsediği, saçını okşadığı, güzel söz söylediği insanlar. Öyle bir liste yazılabilir ki, hepsini toplasam annem vücuda gelir.
Cenazenin ardından mezarlığa geçtik. Tabutunu babamın mezarına taşırken yaşanan düşme tehlikesi dışında, yürek hoplatan bir şey olmadı. Daracık, tenekeden merdivenleri çıkarken tabut bir ucundan kaçtı. Sola eğildi. Aşağıdan, annemin güne imza atan dizlerini gördüm. Çoğu kişi sormuş birbirine. Karnı mı şiş? Tabut neden açık? Ne olmuş? diye. Neyse ki son anda biri tabutu düzeltti. Annemin içinden kayıp düşmesine ramak kalmıştı.
Mezara girdim. Başından aldım, görevliyle beraber koyduk anneciğimi yerine. Üzeri kapatıldı. Kürekler dağıtıldı. Kardeşimle ilk toprağı örttük üzerine. Sonra diğerleri. Arkalara kaçtım ağlamak için. Önümde kalan kardeşimi gördüm. Omuzlarından onun da ağladığını anladım. Durduramadım kendimi. Ta ki elimize su bidonları tutturulana dek. İki kardeş, bir güzel yıkadık toprağını. Annemizi sakladık yerin altına. Bundan sonrası kaos: Kim kimi alacak, Bebek’e dönecek var mı, duaya kimler geliyor gibi.
Mehmet Bebek’e geçmek istemedi. Birçok insan da oradan dağıldı zaten. Biz de dükkândan Saim’le önce kayınvalidemi evine bıraktık, sonra Bebek’e indik. Lokma arabası gelecekti. Dua okuyacak hocayı buldum vs. Kimsecikler yoktu. Sadece Hülya, kuzeni Tuba, Gül Teyze, kuzenim Jüko ve Bebek’ten Ayça Bebek kahvede oturduk. Lokma arabası trafikten dolayı ikindi namazına yetişemedi. Duaya ben, Gül Teyze ve Ayça camiye girdik. Hatta imam, başka kimse olmadığını görünce şaşırdı. İtiraf etmeliyim, bu fasıl en çok sıkıldığım kısımdı. Gül Teyzemin mutlu olması bana duadan daha çok huzur verdi. Yani uzun lafın kısası, defin sonrası işler pek de programlandığı gibi gitmedi. Bu durum belki biraz içini burdu Gül Teyzemin.
Camiiden çıktığımızda Bebek’i kaplayan lokma kokusu hemen duyuluyordu. Aracın önünde sıraya girmiş insanlar anneme rahmet okudular. Gül Teyze’me sarıldım, kimse gelmemiş olsa da duaların hepsinin anneme ve ölmüş yakınlarının ruhuna dokunduğunu söyledim. Jüko, Hülya’nın kuzeni Tuba, Ayça her yere tepsi tepsi lokma dağıttılar. Tanımadığım bir sürü insan başsağlığı diledi. Sağ olsunlar… Fakat bir noktada artık yalnız kalmak istedim. Kendimi de iyi hissetmiyordum. Birkaç günün stresi mi dersiniz, ağzıma attığım saçma sapan şeyler mi dersiniz, bilmiyorum. Her şey biraz daha uzasa, basıncı limiti aşan bir gaz tüpü denli patlayabilirdim.
Hülya ile Aşiyan'a yürüdük. O olmasa adım atamazdım sanırım. Bir an önce evde olmayı hayal ettim. Biri çıksa, biz Bodrum’a dönüyoruz hadi atlayın arabaya dese hiç itiraz etmez kabul ederdim. Bunu yazdığımda İstanbul’daki kırk dokuzuncu günü geride bırakacağım az sonra. Bir kaç gün daha evrak işleri için kalacağız. Elli dördüncü gün, Asmalı Cavit’te son bir rakı içtikten sonra artık Bodrum’a döneriz sanıyorum. Kendimi en güvende hissettiğim yere ışınlamak istiyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder