Anlat İstanbul: 28. Gün
Annemin yoğun bakımdaki 25., benim İstanbul’daki 28. günüm. Tam iki hafta önce not tutmayı bıraktım. Halinin nasıl kötüye gittiğini izlemek beni fazlasıyla üzüyordu. Oysa yazmak yükümü azaltacak sanmıştım.
Yazmak, not almak veya çizim yapmak her zaman işime yaramıştır. Duygularımı dışa vurmanın, içimde yaşadıklarımı görünür hâle getirmenin en temel yoludur. Bu sayede motive olurum. Bodrum’a taşınmamın ve hatta sekiz gün pedal basarak oraya gitmenin yolunu yazıp çizerek bulmuşumdur. Daha nice önemli kararımı kâğıt üstünde vermişimdir.
Babamın hastalığı zamanında da yazmak duygularımı dışa vurmanın bir aracıydı. Bu sayede ruhen iyileşmiş ve aile hikâyemize bambaşka bir açıdan bakacağım Üsküp-Atina arasındaki, babamın göç yolunu içeren rotayı bisikletimle yapabilmiştim. Buradan bisikleti de kendimi ifade etmeye yarayan bir araç gibi düşünebilirim.
Fakat bu sefer yazmak işe yaramadı diye düşündüm.
Annem kadar uzun süredir içeride olanların dışında, ilk kez yoğun bakıma girecek hasta yakınlarının endişeli ve acemi hâllerini izliyorum. Prosedüre dair sorularını cevapladığım birkaç an oldu. Ardından görevli gelip şifreli kapıyı açıyor; bizler de sıralı bir hâlde hastamızın izole edildiği bu merak edilen kısma geçiyoruz. Kısa bir labirent dolaşıp, yoğun bakıma uygun şekilde bone, önlük, eldiven ve maskelerimizi giyeceğimiz son alana varıyoruz.
Burada biraz karışıklık olur. Maskeye uzananla, boneyi almaya çalışan, önlüğünü nereden alacağını arayanla çakışır. 25 gündür hiç şaşmadı. Hepimizin en yakın temasta olduğu an budur. Sonrası zaten önlüğü doğru bağlamak, maskeyi burun altında unutmak veya boneyi kafaya geçirilebilecek en komik şekilde takmaktır. Henüz hepimizin bir örnek giyinebildiğini izlemedim.
Biraz da bu aşamada bekletiliyoruz. Yoğun bakım müsaitse girişe izin veriliyor çünkü. Mesela bir gün, "kür alınıyor" gerekçesiyle 6-7 dakika daha beklemiştik. Fakat en fenası "müdahale var" haberiyle labirent koridorlardan gerisin geriye gönderildiğimiz gündü. 30 dakika boyunca tüm hasta yakınları, 'acaba benim hastam mı?' endişesiyle tırnak ve dudak kemirerek bekledi. Çünkü yoğun bakım, durumu kritik hastaların yattığı bir ünite.
Annemin, serviste yer yok diye bekletilen yatak komşusunun yerine gelen yeni hastanın üçüncü günüydü. Müdahale ona yapılıyormuş. Annemin yanına girdiğimde öğrendim. Yatağı da yerinde yoktu. Meğer yeni komşu hayatını kaybetmiş. Daha içeri girerken üç gündür ziyaretine gelen oğlunu aramızda görmediğimde anlamalıydım. Nitekim annemi ziyaret edip doktordan bilgi aldıktan sonra dışarıda toplanmış ailenin üzgün ve perişan hâlini gördüm. Oğul, gözyaşlarıyla diğer akrabalarına sarılıyordu. Allah hepsine sabır versin.
Bunu şikâyet etmek için yazmıyorum. Fakat eve dönünce kendimle baş başa kalabileceğim özel bir alanım hiç yok.
Mecidiyeköy’de kaldığımız bu ev, aslında biz Bodrum’a taşınmadan evvel Hülya’nın oturduğu ev. Arada İstanbul’a gelince başımızı sokarız diye kapatmamış, kiraya vermemişti. Gerçekten çok işimize yaradı. Tabi yıllar geçiyor, yaş alıyoruz. Biz yaş alırken Hülya’nın kızı da büyüyor.
Duru üniversiteyi kazandığında en büyük şansı bir evi olmasıydı. Öğrenci olmak güzel olduğu kadar zordur malumunuz. Yurt bulmak, olmadı ev tutmak, yüksek kiralar, birkaç arkadaş bir araya gelip çözüm aramalar, yok sorunlu ev arkadaşı, ev sahibi, apartman sakinleri derken çocuk okusun mu hayatın dertleriyle mi uğraşsın, değil mi? Duru bu sebeple gerçekten şanslıydı.
Tabii zamanla evin kendi odasından ibaret olmadığını anlıyor insan. Odasını düzenleyen zevki, estetik anlayışı eve de sirayet ediyor. İhtiyaçlarına göre düzenliyor. Tıpkı Duru’nun yaptığı gibi.
Fakat en radikali; yıllardır hayalini kurduğu üzere bir köpekle yaşamaktı. Anne ve babası (tabii ben de) her ne kadar itiraz etse de Duru, adına Vodka verdiği golden retriever ile yaşamaya başladı. Yani ev doğal olarak artık Duru’nun olmuştu.
İlk zamanlar her ne kadar zor olsa da Duru, köpek sevmekle bakmanın aynı şey olmadığını çabuk kavradı. Yine de o kısacık zaman aralığında kendince düzenlediği bu yaşam alanı evden çok hayvan barınağı gibiydi. Bir gün Duru’ya şunu dediğimi hatırlıyorum: “Erkek arkadaşın olsam bu eve gelmek istemezdim.” İşte bu nedenle, eğer İstanbul’a yalnız gelmişsem, Çekmeköy’deki kardeşimin yanında kalmayı tercih ederdim. Neyse ki çabuk adapte etti. Yine de bu yazıyı yazarken üzerimin tüyle kaplı olduğunu söyleyebilirim.
Bir erkek arkadaşı da oldu elbette. Temiz iki sene olmuştur. Çok tatlılar, birbirlerini çok seviyorlar, gülüyor ve eğleniyorlar. Duru özelinde artık kendi hayatının iplerini eline aldığını izlemek gurur verici. Ben tanıdığımda altı yaşında bir çocuktu. Şimdi harika bir genç kız oldu.
Uzattım belki ama hastaneden eve dönünce kendimle baş başa kalabileceğim özel bir alanım hiç yok derken bunu açmak istedim. Şu an bile heyecanlı genç Vodka ile köşe kapmaca oynuyoruz. O, oynamak için bir yerden çorabımı bulup getirmiş, havlıyor: “Hadi at çorabı!” diye.
Evin küçük balkonu tam bir kaçış noktası sayılabilir ama ben de Bodrum’dan şort, tişört geldim. Ekimin sonu itibarıyla havalar iyice serinledi. Balkon bana en fazla 10 dakika müsaade ediyor. Fakat balkon aynı zamanda Hülya, Duru ve erkek arkadaşının sigara içme alanı.
En sakin alan yatak odası da ağlamak için gizlenebileceğim bir yer değil. Bazen Hülya’da buraya yanıma kaçıyor. Belki arada şiddetle Bodrum’da olma isteğim bundan yükseliyor. Zira beni benle baş başa bırakacak bir sürü gizli yerim var.
Program Kadıköy’e geçmekti ama saat itibarıyla İstanbul’un trafik kaosu başladığından, hiç sevmesem de hemen yanı başımızdaki Trump Tower’a geçtik. Mecidiyeköy tek başına tüm şehrin trafiğini tıkayabilen kaotik bir semt. Bu yüzden rakı doğru ama mekân yanlıştı. Kesilmeyen ambulans sirenleri, ortamın rabarbası pek keyif vermedi doğrusu. “Yarın” dedi Hülya. “Yarın biraz erken geçeriz, Kadıköy’de hep beraber rakı içeriz!” Kabul ettim. Yapacak daha iyi bir şeyim yoktu çünkü.
Kadıköy’e gitmeyi kabul etmemin altında sadece rakı içmek motivasyonu yoktu. 1960’lardan günümüze Bodrum’un değişimini anlatan, Esra Arsan’ın yazdığı “Goca Bodrum’dan Küçük İstanbul’a” adlı kitabı da almak istiyordum. Yazmayı bıraktığım iki hafta önce, belki okursam rahatlarım diyerek not aldığım bu kitabı aradım. Online ile yayınevi satış fiyatı arasında epey bir fark vardı. Kitabı yayınevinden aldım. Yayınevi ile rakı sofrası arasında dolaştığımız Kadıköy bana Atina’yı hatırlattı. Binalar, grafitiler, çeşit çeşit insan tipi… Hülya’ya da öyle gelmiş.
Kafam dağılıyordu sahiden. O gün 17.000 adım atmışım. Rakı da, yanına eşlikçi mezeler de çok iyi geldi. Ne mutlu kalktım sofradan anlatamam. Kitabı da iki günde okudum. İçinde çok tanıdık isimlerden biri de üniversite hocam Serdar Benli’ydi. Ve kimi notları vardı. Kitaba alınmış bazı sosyal medya paylaşımları beni ne kadar çok güldürdü anlatamam. Ağlamak için kaçtığım odada kahkahalar attım okurken.
Bülent de, Burcu da zaten sık sık arıyordu beni. Annemin durumunu soruyor ama en çok benim hâlimle ilgileniyorlardı. Bülent zaten bu “bekleme” durumunu değiştirmemi istiyordu: İstanbul Bienali varmış; programını ve en iyi izleme rotasını attı İstanbul’a gelmeden evvel. Contemporary İstanbul da aynı tarihlerde… Giderim, gitmem ama bir arkadaşın senin için yapabileceği en güzel şeyi yapmıştı.
Bodrum’dan Ali de sık sık arıyor. En son yine annemin durumunu sorduktan sonra istersem kışlık odun meselesini halledebileceğini söylemişti.
Özellikle rica etmediğimiz hâlde komşumuz Elif, bitkilerimizi sulamak için arada sırada eve uğruyordu. Kedilerimiz Kara ve Pakize de Eliflere. Bahçedeki meyve ve zeytin ağaçlarını da ev sahibimiz Tülin yalnız bırakmadı. Levent Abi’nin her gün bir kadeh de benim yerime içtiğini söylemesini de dahil edersem şükrediyorum. Ne harika insanların hayatımdayım diye. Bu da çok rahatlatıcı bir durum. Üzüntü ve mutluluk nasıl bir arada, bu kadar kusursuz dengelenebilir?
İstanbul cenahı biraz daha kendi dertleri ve acıları üzerinden bir empati geliştiriyor. Farkında olmadan duygu yarıştırıyorlar gibi hissediyorum. Burada telefonla konuştuğum insan sayısını epey sınırladım. Sadece Gül Teyzemle (annemin çok sevdiği, kardeşim dediği ve elinde büyüdüğümüz yakınımız) ve bir iki yakın arkadaşımla dertleşiyorum. Gerisi iyi niyetli olsalar bile beni pek anlamıyorlar. Anlamadıkları için de alınganlık hatta biraz daha ileri gidecek olursam kapris yapıyorlar.
Kuaföre gitmek tüm duygulara iyi gelen bir eşliktir. Bunu kadınlar için söylerler ama erkekler için de geçerlidir. Küçük bir dokunuş, az evvel aynada gördüğün kişiyi bambaşka birine dönüştürür. Saç bir insanın en önemli aksesuarıdır.
İşte burada karar verdik Ortaköy’e gitmeye. Çünkü Hülya da ne zamandır doğup büyüdüğü semti, önünde oyunlar oynadığı evi görmek istiyordu. Hava güzel, neden olmasındı?
Otobüsten tam da Hülya’nın okuduğu Kılıç Ali Paşa İlköğretim Okulu’nun önünde indik. İmam Hatip Okulu olmuş. "Cık cık cık..." Hemen karşısında da birlikte okuduğumuz Gazi Osman Paşa Ortaokulu –ki artık bir boğaz oteline dönüşüyor– tamamen değişmiş. Biraz hayal kırıklığıyla başladı turumuz.
Ortaköy dediysem sahili kast etmiyorum. Dereboyu’nu yürüdük. Yol boyunca Hülya, kimi pasaj ve hatırladığı dükkânları buldu. Bugün yerinde lokanta olan, amcasının bakkalını gösterdi. Kardeşine göndermek üzere, köprünün gökyüzünü bıçak gibi kestiği sokakta, yaşadıkları evin önünde fotoğraf çekti.
Eczacı Sevinç çok yaşlanmış hâlde hâlen masasında oturuyordu. Ayağı gençken hafif aksardı diye bir ayrıntıyı da öğrenmiş oldum. Hülya pek benim gibi değil. Ben olsam kendimi, olmazsa ailemi hatırlatırdım. Mahalle eczacıları herkesi bilir, tanır, hatırlar. Bir sürü hikâye öğrenebilirsin onlardan.
Duru’yu beklemek üzere Ortaköy sahile indik. Zira bir sonraki durağımız, tüm Çırağan Caddesi’ni yürüyerek geçeceğimiz Beşiktaş'tı. Beşiktaş’a durak demeyeyim, bizi Taksim’e çıkaracak dolmuşa bineceğimiz bağlantı noktası. Yoksa Beşiktaş’ta da mola verip bir şeyler yiyip içebilirdik.
Taksim planımız da tüm İstiklal Caddesi’ni yürümek ve eğer yerinde ise Esin’i Goba adlı, sanat ve tasarım mekânında ziyaret etmekti. Oradaymış! Çok sevindi… “Koşun koşun!…”
Bu arada uzun yıllar beraber çalıştığım ama dostluğumuzu sürdürdüğümüz Evren de aradı. Bir noktadan sonra bize katılabileceğini, belki beraber bir şeyler atıştırabiliriz teklifinde bulundu. Ne güzel, ne güzel!…
Kalabalık İstiklal’i, insanları yara yara yürüdük. Epeydir bu kadar çok insan görmemiştim doğrusu. Bir ara işletmelere tabela birliği zorunluluğu getirilmişti. Ahşap üzerine pirinç marka ve işletme isimleri İstiklal Caddesi’ni görüntü kirliliğinden kurtaracaktı. Ahşap-pirinç ilişkisinin de Beyoğlu’na yakışmadığını söyleyebilirim. Fakat şimdi hepten ipin ucu kaçmış…
Uzatmayayım. Nihayet Esin’le buluşup, özlem giderdik. Mekân eski Cuba Bar. Mekânın Beyoğlu’nun değişmesinde etkili bir hikâyesi var ama konumuz o değil. Esin yeniden çizmeye dönmem için çok güzel gaz verdi. Yıllardır verir zaten. Bana inanır. Neyse çayımızı, suyumuzu içip iki hoşbeş sohbet ettikten sonra Evren ile yine Beyoğlu’nun güzel lokantalarından Fıççın’da buluştuk.
Evren de zaten başka bir âlem. Masayı kahkahaya boğdu. Tatlı dilli dedikodular, iç gıcıklatan haberler. Bir sofrada bu kadar eğlendiğimi hatırlamıyorum. Gerçi buluşmamız kısa, masaya servis konulması ve boşlarımızın toplanması arası kadardı. Daha uzun görüşmek üzere ayrıldık.
Çıktığımızda hava çok rüzgârlanmıştı, epey üşüdük ve akşam Kadıköy’deki bir kafe sergisi programını iptal ettik. Dedim ya şort tişört geldim İstanbul’a diye. Hiçbir kalın kıyafetim yok, hasta olmayalım bir de…
Evet! Burada biraz dikkatli yazmalıyım. Zira çalakalem, içimden geldiği gibi not alayım diye oturdum bilgisayar başına ve nefes almadan buralara gelmişim. Bazen duygularımı doğru ifade edememiş oluyorum ve sonra kendimi, yazıyı okuyup bazı şeyleri üstlerine alanlara karşı savunmak durumunda hissediyorum. Bu da beni yoruyor. Oysa arkadaşlık ve dostluk su gibi olmalıdır. En azından ben su gibi olmaya gayret ederim.
Canım zaten sıkkın, üzüntüm burnumdan taşıyor, kim bilir belki depresyondayım. Böyle bir zamanda, "Gelmişken niye aramadın? Haber vermedin?" gibi sitemlerle veya küskünlüklerle çarpışmak beni daha da yıpratıyor.
Hülya bana iyi geleceğini düşünerek dışarı çıkarmış, Bodrum’dan dostlarım kahvaltıya davet etmişti. Bebek, Ortaköy, Taksim havası almışım, epeydir görmediğim dostlarımı görmüşüm, kafam dağılmış, yüzüm gülmüş... Böyle bir durumda beklentim, “Aa ne güzel yapmışsın, çok sevindim! Bir dahakine bana da haber ver.” gibi destekleyici bir karşılıktı. Ancak aldığım tepkilerde içerlemeler öne çıkıyor.
Hatta bir dostumun, sırf içerlendiği için telefonu yüzüme kapattığını sonradan atılan mesajından öğrendim. Sinirim de orada başlıyor zaten… İstanbul’daki en nadide, üstelik çok yakın bir zamanda en kıymetlisini kaybetmiş dostumdan böylesine bir tepki almak tansiyonumu fırlattı. Onun da acısı taze deyip sessizliğe büründüm ama epey kendime gelemedim. “Boş ver yahu!” diyeniniz olacaktır. Tıpkı Nil Burak'ın seslendirdiği şarkıdaki gibi:
Galiba biraz da içimde biriken siniri atmak için yazı başına oturdum. Bu yoğun duygusal dönemde, çevremdeki herkesin yükünü aynı şekilde taşıyamayacağını anlıyor, biliyorum, yine de bu durum insanı üzüyor. Anneme üzüntüm yetmezmiş gibi.
25 gün, annem durumunda biri için sadece uzun değil, aynı zamanda bıktırıcı bir süre. Çok yorulduğunu ve her an pes edebileceğini biliyoruz. Böbrekler çalışmıyor, ciğerler yardım alsa da karbondioksiti atamıyor, enfeksiyon kontrol altında değil ve kalp aşırı zorlanıyor. Çoklu organ yetmezliğinin ileri safhalarına doğru ilerliyor. Bu durum beni çok üzüyor.
Yazmak, not almak veya çizim yapmak her zaman işime yaramıştır. Duygularımı dışa vurmanın, içimde yaşadıklarımı görünür hâle getirmenin en temel yoludur. Bu sayede motive olurum. Bodrum’a taşınmamın ve hatta sekiz gün pedal basarak oraya gitmenin yolunu yazıp çizerek bulmuşumdur. Daha nice önemli kararımı kâğıt üstünde vermişimdir.
Babamın hastalığı zamanında da yazmak duygularımı dışa vurmanın bir aracıydı. Bu sayede ruhen iyileşmiş ve aile hikâyemize bambaşka bir açıdan bakacağım Üsküp-Atina arasındaki, babamın göç yolunu içeren rotayı bisikletimle yapabilmiştim. Buradan bisikleti de kendimi ifade etmeye yarayan bir araç gibi düşünebilirim.
Fakat bu sefer yazmak işe yaramadı diye düşündüm.
![]() |
Yapacak bir şey yok, yazmaya devam. |
Yoğun Bakım Rutininin Anatomisi
Günlük rutinim 12:40 gibi evden çıkıp, metro ile 35 dakika süren yolculuktan sonra hastanenin yoğun bakımı önünde, duruma göre 15, bazen 45 dakika annemin adının okunmasını beklemekle başlıyor. Yoğun bakımla bekleme salonu arasındaki bölümde de 3-5 dakika, aynı ünitede yatan hastaların yakınlarının çağrıya cevap vermelerini bekliyoruz.Annem kadar uzun süredir içeride olanların dışında, ilk kez yoğun bakıma girecek hasta yakınlarının endişeli ve acemi hâllerini izliyorum. Prosedüre dair sorularını cevapladığım birkaç an oldu. Ardından görevli gelip şifreli kapıyı açıyor; bizler de sıralı bir hâlde hastamızın izole edildiği bu merak edilen kısma geçiyoruz. Kısa bir labirent dolaşıp, yoğun bakıma uygun şekilde bone, önlük, eldiven ve maskelerimizi giyeceğimiz son alana varıyoruz.
Burada biraz karışıklık olur. Maskeye uzananla, boneyi almaya çalışan, önlüğünü nereden alacağını arayanla çakışır. 25 gündür hiç şaşmadı. Hepimizin en yakın temasta olduğu an budur. Sonrası zaten önlüğü doğru bağlamak, maskeyi burun altında unutmak veya boneyi kafaya geçirilebilecek en komik şekilde takmaktır. Henüz hepimizin bir örnek giyinebildiğini izlemedim.
![]() |
Hastane sağda stadın altında. Metro çıkışı da tam yanında. |
Biraz da bu aşamada bekletiliyoruz. Yoğun bakım müsaitse girişe izin veriliyor çünkü. Mesela bir gün, "kür alınıyor" gerekçesiyle 6-7 dakika daha beklemiştik. Fakat en fenası "müdahale var" haberiyle labirent koridorlardan gerisin geriye gönderildiğimiz gündü. 30 dakika boyunca tüm hasta yakınları, 'acaba benim hastam mı?' endişesiyle tırnak ve dudak kemirerek bekledi. Çünkü yoğun bakım, durumu kritik hastaların yattığı bir ünite.
Annemin, serviste yer yok diye bekletilen yatak komşusunun yerine gelen yeni hastanın üçüncü günüydü. Müdahale ona yapılıyormuş. Annemin yanına girdiğimde öğrendim. Yatağı da yerinde yoktu. Meğer yeni komşu hayatını kaybetmiş. Daha içeri girerken üç gündür ziyaretine gelen oğlunu aramızda görmediğimde anlamalıydım. Nitekim annemi ziyaret edip doktordan bilgi aldıktan sonra dışarıda toplanmış ailenin üzgün ve perişan hâlini gördüm. Oğul, gözyaşlarıyla diğer akrabalarına sarılıyordu. Allah hepsine sabır versin.
Sığınak
Hastaneden çıktıktan sonra ilk kardeşimi arayıp bilgi vermek de günlük rutinin en önemli anlarından. Konuşurken bir sigara yakıyorum. Bazen iki tane üst üste içiyorum. Kısa bilgilendirmeden sonra metro girişine dek gözüm yaşlı yürüyorum. Annemi çok kötü gördüğüm günlerde üzüntüm ve gerçekler, iyice su yüzüne çıkıyor. Metro girişine dek ağlıyorum bu sefer. Gözyaşı dökebildiğim tek yer bu birkaç yüz metrelik yürüyüş anı. Sonrası havasız yer altında yolculuk yaparak geri dönüş.![]() |
İstanbul'a geldiğim ilk 4 gün kardeşimde kaldım. Her gün şehrin bir ucundan diğer ucuna annemin yanına beraber gittik. |
Bunu şikâyet etmek için yazmıyorum. Fakat eve dönünce kendimle baş başa kalabileceğim özel bir alanım hiç yok.
Mecidiyeköy’de kaldığımız bu ev, aslında biz Bodrum’a taşınmadan evvel Hülya’nın oturduğu ev. Arada İstanbul’a gelince başımızı sokarız diye kapatmamış, kiraya vermemişti. Gerçekten çok işimize yaradı. Tabi yıllar geçiyor, yaş alıyoruz. Biz yaş alırken Hülya’nın kızı da büyüyor.
Duru üniversiteyi kazandığında en büyük şansı bir evi olmasıydı. Öğrenci olmak güzel olduğu kadar zordur malumunuz. Yurt bulmak, olmadı ev tutmak, yüksek kiralar, birkaç arkadaş bir araya gelip çözüm aramalar, yok sorunlu ev arkadaşı, ev sahibi, apartman sakinleri derken çocuk okusun mu hayatın dertleriyle mi uğraşsın, değil mi? Duru bu sebeple gerçekten şanslıydı.
Tabii zamanla evin kendi odasından ibaret olmadığını anlıyor insan. Odasını düzenleyen zevki, estetik anlayışı eve de sirayet ediyor. İhtiyaçlarına göre düzenliyor. Tıpkı Duru’nun yaptığı gibi.
Fakat en radikali; yıllardır hayalini kurduğu üzere bir köpekle yaşamaktı. Anne ve babası (tabii ben de) her ne kadar itiraz etse de Duru, adına Vodka verdiği golden retriever ile yaşamaya başladı. Yani ev doğal olarak artık Duru’nun olmuştu.
İlk zamanlar her ne kadar zor olsa da Duru, köpek sevmekle bakmanın aynı şey olmadığını çabuk kavradı. Yine de o kısacık zaman aralığında kendince düzenlediği bu yaşam alanı evden çok hayvan barınağı gibiydi. Bir gün Duru’ya şunu dediğimi hatırlıyorum: “Erkek arkadaşın olsam bu eve gelmek istemezdim.” İşte bu nedenle, eğer İstanbul’a yalnız gelmişsem, Çekmeköy’deki kardeşimin yanında kalmayı tercih ederdim. Neyse ki çabuk adapte etti. Yine de bu yazıyı yazarken üzerimin tüyle kaplı olduğunu söyleyebilirim.
![]() |
Yapay zeka tüm yazıyı referans alıp böyle bir görsel üretti. Keşke manzaramız görseldeki gibi olsa. |
Bir erkek arkadaşı da oldu elbette. Temiz iki sene olmuştur. Çok tatlılar, birbirlerini çok seviyorlar, gülüyor ve eğleniyorlar. Duru özelinde artık kendi hayatının iplerini eline aldığını izlemek gurur verici. Ben tanıdığımda altı yaşında bir çocuktu. Şimdi harika bir genç kız oldu.
Uzattım belki ama hastaneden eve dönünce kendimle baş başa kalabileceğim özel bir alanım hiç yok derken bunu açmak istedim. Şu an bile heyecanlı genç Vodka ile köşe kapmaca oynuyoruz. O, oynamak için bir yerden çorabımı bulup getirmiş, havlıyor: “Hadi at çorabı!” diye.
Evin küçük balkonu tam bir kaçış noktası sayılabilir ama ben de Bodrum’dan şort, tişört geldim. Ekimin sonu itibarıyla havalar iyice serinledi. Balkon bana en fazla 10 dakika müsaade ediyor. Fakat balkon aynı zamanda Hülya, Duru ve erkek arkadaşının sigara içme alanı.
En sakin alan yatak odası da ağlamak için gizlenebileceğim bir yer değil. Bazen Hülya’da buraya yanıma kaçıyor. Belki arada şiddetle Bodrum’da olma isteğim bundan yükseliyor. Zira beni benle baş başa bırakacak bir sürü gizli yerim var.
Kafam Dağılıyor Sahiden
Geçenlerde Hülya ısrar etti de dışarı çıktık. “Böyle evde köşe kapmaca oynamak olmaz. Çıkalım kafan dağılsın!” diye. Teklif gelince “Bir duble rakı mı içsem? İyi olur!” dedim kendi kendime.Program Kadıköy’e geçmekti ama saat itibarıyla İstanbul’un trafik kaosu başladığından, hiç sevmesem de hemen yanı başımızdaki Trump Tower’a geçtik. Mecidiyeköy tek başına tüm şehrin trafiğini tıkayabilen kaotik bir semt. Bu yüzden rakı doğru ama mekân yanlıştı. Kesilmeyen ambulans sirenleri, ortamın rabarbası pek keyif vermedi doğrusu. “Yarın” dedi Hülya. “Yarın biraz erken geçeriz, Kadıköy’de hep beraber rakı içeriz!” Kabul ettim. Yapacak daha iyi bir şeyim yoktu çünkü.
Kadıköy’e gitmeyi kabul etmemin altında sadece rakı içmek motivasyonu yoktu. 1960’lardan günümüze Bodrum’un değişimini anlatan, Esra Arsan’ın yazdığı “Goca Bodrum’dan Küçük İstanbul’a” adlı kitabı da almak istiyordum. Yazmayı bıraktığım iki hafta önce, belki okursam rahatlarım diyerek not aldığım bu kitabı aradım. Online ile yayınevi satış fiyatı arasında epey bir fark vardı. Kitabı yayınevinden aldım. Yayınevi ile rakı sofrası arasında dolaştığımız Kadıköy bana Atina’yı hatırlattı. Binalar, grafitiler, çeşit çeşit insan tipi… Hülya’ya da öyle gelmiş.
![]() |
Hülya hiç düşünmeden atlayıp peşimden geldi de yüzüm güldü. |
Kafam dağılıyordu sahiden. O gün 17.000 adım atmışım. Rakı da, yanına eşlikçi mezeler de çok iyi geldi. Ne mutlu kalktım sofradan anlatamam. Kitabı da iki günde okudum. İçinde çok tanıdık isimlerden biri de üniversite hocam Serdar Benli’ydi. Ve kimi notları vardı. Kitaba alınmış bazı sosyal medya paylaşımları beni ne kadar çok güldürdü anlatamam. Ağlamak için kaçtığım odada kahkahalar attım okurken.
Bodrum'dan Hep Destek
Bu dışarı çıkma hâli bana çok iyi geliyor derken, Bodrum’dan çok sevdiğim iki arkadaşımız 2-3 günlüğüne İstanbul’a geldiklerini haber verdiler. Beraber kahvaltı yapalım teklifinde bulundular.Bülent de, Burcu da zaten sık sık arıyordu beni. Annemin durumunu soruyor ama en çok benim hâlimle ilgileniyorlardı. Bülent zaten bu “bekleme” durumunu değiştirmemi istiyordu: İstanbul Bienali varmış; programını ve en iyi izleme rotasını attı İstanbul’a gelmeden evvel. Contemporary İstanbul da aynı tarihlerde… Giderim, gitmem ama bir arkadaşın senin için yapabileceği en güzel şeyi yapmıştı.
Bodrum’dan Ali de sık sık arıyor. En son yine annemin durumunu sorduktan sonra istersem kışlık odun meselesini halledebileceğini söylemişti.
Özellikle rica etmediğimiz hâlde komşumuz Elif, bitkilerimizi sulamak için arada sırada eve uğruyordu. Kedilerimiz Kara ve Pakize de Eliflere. Bahçedeki meyve ve zeytin ağaçlarını da ev sahibimiz Tülin yalnız bırakmadı. Levent Abi’nin her gün bir kadeh de benim yerime içtiğini söylemesini de dahil edersem şükrediyorum. Ne harika insanların hayatımdayım diye. Bu da çok rahatlatıcı bir durum. Üzüntü ve mutluluk nasıl bir arada, bu kadar kusursuz dengelenebilir?
İstanbul cenahı biraz daha kendi dertleri ve acıları üzerinden bir empati geliştiriyor. Farkında olmadan duygu yarıştırıyorlar gibi hissediyorum. Burada telefonla konuştuğum insan sayısını epey sınırladım. Sadece Gül Teyzemle (annemin çok sevdiği, kardeşim dediği ve elinde büyüdüğümüz yakınımız) ve bir iki yakın arkadaşımla dertleşiyorum. Gerisi iyi niyetli olsalar bile beni pek anlamıyorlar. Anlamadıkları için de alınganlık hatta biraz daha ileri gidecek olursam kapris yapıyorlar.
Bebek'ten Taksim'e Bir Nefes
Burcu ve Bülent ile Bebek Kahve’de yapılan kahvaltı, sahildeki kısa yürüyüş o kadar iyi geldi ki günü hızlıca programladık Hülya ile. Dostlarımızdan ayrıldıktan sonra saçlarımı kestirdim bizim dükkânda. Bizim dükkân diyorum çünkü babam Bebek’in –Bebek Badem Ezmecisi’nden sonra– en eski esnafıydı. Vefatından sonra da salon aynı isimle hizmet vermeye devam ediyor.Kuaföre gitmek tüm duygulara iyi gelen bir eşliktir. Bunu kadınlar için söylerler ama erkekler için de geçerlidir. Küçük bir dokunuş, az evvel aynada gördüğün kişiyi bambaşka birine dönüştürür. Saç bir insanın en önemli aksesuarıdır.
İşte burada karar verdik Ortaköy’e gitmeye. Çünkü Hülya da ne zamandır doğup büyüdüğü semti, önünde oyunlar oynadığı evi görmek istiyordu. Hava güzel, neden olmasındı?
Otobüsten tam da Hülya’nın okuduğu Kılıç Ali Paşa İlköğretim Okulu’nun önünde indik. İmam Hatip Okulu olmuş. "Cık cık cık..." Hemen karşısında da birlikte okuduğumuz Gazi Osman Paşa Ortaokulu –ki artık bir boğaz oteline dönüşüyor– tamamen değişmiş. Biraz hayal kırıklığıyla başladı turumuz.
Ortaköy dediysem sahili kast etmiyorum. Dereboyu’nu yürüdük. Yol boyunca Hülya, kimi pasaj ve hatırladığı dükkânları buldu. Bugün yerinde lokanta olan, amcasının bakkalını gösterdi. Kardeşine göndermek üzere, köprünün gökyüzünü bıçak gibi kestiği sokakta, yaşadıkları evin önünde fotoğraf çekti.
Eczacı Sevinç çok yaşlanmış hâlde hâlen masasında oturuyordu. Ayağı gençken hafif aksardı diye bir ayrıntıyı da öğrenmiş oldum. Hülya pek benim gibi değil. Ben olsam kendimi, olmazsa ailemi hatırlatırdım. Mahalle eczacıları herkesi bilir, tanır, hatırlar. Bir sürü hikâye öğrenebilirsin onlardan.
Duru’yu beklemek üzere Ortaköy sahile indik. Zira bir sonraki durağımız, tüm Çırağan Caddesi’ni yürüyerek geçeceğimiz Beşiktaş'tı. Beşiktaş’a durak demeyeyim, bizi Taksim’e çıkaracak dolmuşa bineceğimiz bağlantı noktası. Yoksa Beşiktaş’ta da mola verip bir şeyler yiyip içebilirdik.
Taksim planımız da tüm İstiklal Caddesi’ni yürümek ve eğer yerinde ise Esin’i Goba adlı, sanat ve tasarım mekânında ziyaret etmekti. Oradaymış! Çok sevindi… “Koşun koşun!…”
Bu arada uzun yıllar beraber çalıştığım ama dostluğumuzu sürdürdüğümüz Evren de aradı. Bir noktadan sonra bize katılabileceğini, belki beraber bir şeyler atıştırabiliriz teklifinde bulundu. Ne güzel, ne güzel!…
Kalabalık İstiklal’i, insanları yara yara yürüdük. Epeydir bu kadar çok insan görmemiştim doğrusu. Bir ara işletmelere tabela birliği zorunluluğu getirilmişti. Ahşap üzerine pirinç marka ve işletme isimleri İstiklal Caddesi’ni görüntü kirliliğinden kurtaracaktı. Ahşap-pirinç ilişkisinin de Beyoğlu’na yakışmadığını söyleyebilirim. Fakat şimdi hepten ipin ucu kaçmış…
Uzatmayayım. Nihayet Esin’le buluşup, özlem giderdik. Mekân eski Cuba Bar. Mekânın Beyoğlu’nun değişmesinde etkili bir hikâyesi var ama konumuz o değil. Esin yeniden çizmeye dönmem için çok güzel gaz verdi. Yıllardır verir zaten. Bana inanır. Neyse çayımızı, suyumuzu içip iki hoşbeş sohbet ettikten sonra Evren ile yine Beyoğlu’nun güzel lokantalarından Fıççın’da buluştuk.
Evren de zaten başka bir âlem. Masayı kahkahaya boğdu. Tatlı dilli dedikodular, iç gıcıklatan haberler. Bir sofrada bu kadar eğlendiğimi hatırlamıyorum. Gerçi buluşmamız kısa, masaya servis konulması ve boşlarımızın toplanması arası kadardı. Daha uzun görüşmek üzere ayrıldık.
Çıktığımızda hava çok rüzgârlanmıştı, epey üşüdük ve akşam Kadıköy’deki bir kafe sergisi programını iptal ettik. Dedim ya şort tişört geldim İstanbul’a diye. Hiçbir kalın kıyafetim yok, hasta olmayalım bir de…
Biraz da Sinir Atmak
Ne demiştim? İstanbul cenahı… “Beni anlamadıkları için alınganlık hatta biraz daha ileri gidecek olursam kapris yapıyorlar.”Evet! Burada biraz dikkatli yazmalıyım. Zira çalakalem, içimden geldiği gibi not alayım diye oturdum bilgisayar başına ve nefes almadan buralara gelmişim. Bazen duygularımı doğru ifade edememiş oluyorum ve sonra kendimi, yazıyı okuyup bazı şeyleri üstlerine alanlara karşı savunmak durumunda hissediyorum. Bu da beni yoruyor. Oysa arkadaşlık ve dostluk su gibi olmalıdır. En azından ben su gibi olmaya gayret ederim.
Canım zaten sıkkın, üzüntüm burnumdan taşıyor, kim bilir belki depresyondayım. Böyle bir zamanda, "Gelmişken niye aramadın? Haber vermedin?" gibi sitemlerle veya küskünlüklerle çarpışmak beni daha da yıpratıyor.
Hülya bana iyi geleceğini düşünerek dışarı çıkarmış, Bodrum’dan dostlarım kahvaltıya davet etmişti. Bebek, Ortaköy, Taksim havası almışım, epeydir görmediğim dostlarımı görmüşüm, kafam dağılmış, yüzüm gülmüş... Böyle bir durumda beklentim, “Aa ne güzel yapmışsın, çok sevindim! Bir dahakine bana da haber ver.” gibi destekleyici bir karşılıktı. Ancak aldığım tepkilerde içerlemeler öne çıkıyor.
Hatta bir dostumun, sırf içerlendiği için telefonu yüzüme kapattığını sonradan atılan mesajından öğrendim. Sinirim de orada başlıyor zaten… İstanbul’daki en nadide, üstelik çok yakın bir zamanda en kıymetlisini kaybetmiş dostumdan böylesine bir tepki almak tansiyonumu fırlattı. Onun da acısı taze deyip sessizliğe büründüm ama epey kendime gelemedim. “Boş ver yahu!” diyeniniz olacaktır. Tıpkı Nil Burak'ın seslendirdiği şarkıdaki gibi:
Bugünkü aklım olsaydı
Harcar mıydım günlerimi
Her kadehte her yalanda
Saklar mıydım dertlerimi
Saçlara dolunca aklar
Birden bir pişmanlık başlar
Sanki felek tokadını
Bizim gibilere saklar
Boşvere, boşvere ne hale geldik
Her yüze güleni biz dost bildik
Geçti yıllar bir su gibi
Neredeydik nerelere geldik
Geçti yıllar bir su gibi
Neredeydik nerelere geldik
Harcar mıydım günlerimi
Her kadehte her yalanda
Saklar mıydım dertlerimi
Saçlara dolunca aklar
Birden bir pişmanlık başlar
Sanki felek tokadını
Bizim gibilere saklar
Boşvere, boşvere ne hale geldik
Her yüze güleni biz dost bildik
Geçti yıllar bir su gibi
Neredeydik nerelere geldik
Geçti yıllar bir su gibi
Neredeydik nerelere geldik
Galiba biraz da içimde biriken siniri atmak için yazı başına oturdum. Bu yoğun duygusal dönemde, çevremdeki herkesin yükünü aynı şekilde taşıyamayacağını anlıyor, biliyorum, yine de bu durum insanı üzüyor. Anneme üzüntüm yetmezmiş gibi.
Annemin Son Durumu
Annemin son durumuna da değinip yazıyı bitireyim. Not tutmadığım iki hafta boyunca durumu daha da kötü seyrediyor. Değerlerinde, enfeksiyonunda dalgalanmalar olsa da çok yoruldu. Genel geçer bilgi veren doktoru da artık daha net konuşuyor: “Enfeksiyondan çok solunumunu kendi kendine yapabilmesi önemli bizim için. Ve maalesef bu yönde iyiye doğru bir gelişme yok.”25 gün, annem durumunda biri için sadece uzun değil, aynı zamanda bıktırıcı bir süre. Çok yorulduğunu ve her an pes edebileceğini biliyoruz. Böbrekler çalışmıyor, ciğerler yardım alsa da karbondioksiti atamıyor, enfeksiyon kontrol altında değil ve kalp aşırı zorlanıyor. Çoklu organ yetmezliğinin ileri safhalarına doğru ilerliyor. Bu durum beni çok üzüyor.
Yorumlar
Yorum Gönder