Tarihi Oslo Meyhanesi
Beni başından beri huzursuz eden asıl şey çizimlere ara vermek. Hem öyle birkaç gün veya ay değil, biraz daha izin versem iki çizim arasına neredeyse bir yıl girmiş olacak. Ofiste çalışıyorken vakit bulur, canımı sıkan, şaşırtan, günlük detayları konu alan şeyler çizer, diğer bloğumda paylaşırdım. Arada sırada dönüp baktığımda her biri geçmişten birer not, yaşadığım benzer durumlara nasihat olabiliyor. Bu sefer yeni yazımın konusunu armağan ettiler bana.
2013 yılında ofiste çizdiğim resmin hikayesine dalıp gittim.
Henüz Bodrum'a taşınmamış ama bolca hayaller kurduğum bir dönemi temsil ediyor. Küçük derme çatma meyhanenin görünen 2 masası dolu. Ortada Hülya'nın ayaküstü sohbet ettiği masanın üçüncü misafiri yeni damlamış, diğer masanın boş sandalyesini çekiyor. Hülya'nın mutfakta çalıştığını, önlüğünden tahmin etmek güç değil. Fakat servisin de bir parçası. Onu salonda hep görebileceğinizden emin olabilirsiniz.
Ben hemen sağ alt köşede, elimde tepsiyle yine kadrajın dışındaki bir masaya servis açacağım galiba. Boynumda bir bez, koca göbeğimle tam bir işletme sahibiyim. Saçım sakalım azcık karışmış. Mutfakta da olabilirim bazen. Taşıdığım tepside tek kişinin sipariş edeceği kadar meze ve bir çift bardak var. Hikayeyi kurgulamayı izleyene bırakıyorum. Sağımda kalan masada, inci küpeli bir teyze eşini kadeh tokuşturmaya davet ediyor.
2013 yılında ofiste çizdiğim resmin hikayesine dalıp gittim.
Henüz Bodrum'a taşınmamış ama bolca hayaller kurduğum bir dönemi temsil ediyor. Küçük derme çatma meyhanenin görünen 2 masası dolu. Ortada Hülya'nın ayaküstü sohbet ettiği masanın üçüncü misafiri yeni damlamış, diğer masanın boş sandalyesini çekiyor. Hülya'nın mutfakta çalıştığını, önlüğünden tahmin etmek güç değil. Fakat servisin de bir parçası. Onu salonda hep görebileceğinizden emin olabilirsiniz.
Hülya |
Ben hemen sağ alt köşede, elimde tepsiyle yine kadrajın dışındaki bir masaya servis açacağım galiba. Boynumda bir bez, koca göbeğimle tam bir işletme sahibiyim. Saçım sakalım azcık karışmış. Mutfakta da olabilirim bazen. Taşıdığım tepside tek kişinin sipariş edeceği kadar meze ve bir çift bardak var. Hikayeyi kurgulamayı izleyene bırakıyorum. Sağımda kalan masada, inci küpeli bir teyze eşini kadeh tokuşturmaya davet ediyor.
Kendimi azcık kilolu hayal etmişim. |
İnci küpeli teyze |
Müşterilere dikkat edilirse öyle paralı pullu tipler olmadığı izlenebilir. Parayı pulu sevmem hem. Hep olmayan bir mesafeyi varmış gibi gösterir. Bizim mekana balıkçı, çiftçi, avukat, doktor vs. vs. birbirini tanıyan Bodrum yerlisi insanlar geliyor. Mezeden çok muhabbeti seviyorlar. Biz de yemek konusunda o kadar iddialı değiliz zaten. İyi ve severek yapmaya çalışıyoruz bu da görülüyor. Yüzlerdeki gülümsemeye bakılırsa, Hülya'nın konuştuğu kahverengi kazaklı Ali Bey meze ile ilgili nasihat veriyor bile olabilir.
Resme asıl ismini veren gramofon oldukça antika bir şey. Kurma kollu. Dileyen kuruyor ve oradaki var olan plaklardan birini seçip çalabiliyor. Plağın cızırtısı, meyhaneyi tütsüleyen patlıcan kokusuyla kusursuz bir uyum içinde. Büyük ihtimal mekanın sırrı da bu. En çok dinlenen plaklar, gramofonu taşıyan masanın altındaki rafta. Lakin sadece şiir kitaplarından oluşan kitaplıkta 10-15 plak daha bulunuyor.
Doğru!. Kütüphane sadece şiir kitaplarından oluşuyor. Bazen gecenin en sessiz anında, rastgele bir kitap seçip, içinden herhangi bir şiiri okumayı seviyorum. Bazen bir müşteri okumak istiyor ezbere bildiğini... Kendi yazdığını okuyan da oluyor kalemine güvenen. Arka arkaya birkaç şiir dolaşıyor masalar arasında. Mekandaki ben diyeyim 4 sen de 6 masa bir oluyor...
"Her şey birdenbire oldu.
Birdenbire vurdu gün ışığı yere;
Gökyüzü birdenbire oldu;
Mavi birdenbire.
...
Orhan Veli"
Böyle bir hayal işte. Yapacağımdan değil ha! Ne anlarım restoran işletmekten. Anlamadığım işe de girmem terbiye olarak. Bu çizim daha çok yeni hayatımızda beklentilerimizi tarif ediyor gibiydi. Şimdi bakınca çok da uzağında yaşamıyoruz o hayalimin.
İyi de yazıya ismini veren adı ne zaman aldı bu resim?
En anlaşılır haliyle ben nasıl kuruyorsam Hülya'nın da hayalleri vardı elbet. Bir Ege kasabasında yaşamanın ötesinde Hülya'nın hayallerini Norveç süslüyordu. Halen de öyledir. Onunki de ayrı bir tutku tabi. Yanlış bilmiyorsam Duru 2 yaşına basmadan bir haftalığına, üstelik hayranı olduğu A-HA konseri izlemek üzere gitmişti Oslo’ya. O bir hafta Hülya'nın hayallerini beslemiş durmuş. Bana göre daha cesur, dışarıya dönük ve maceraya açık hayalleri var. Hani Hülya değil de ben Hülya'nın hayallerinin peşine takılsam hayatımız eminim bambaşka olurdu. İyi-kötü bilemem. Zira denenmemiş hiçbir şey hakkında çok net konuşmamak gerekir. Şimdi bunu deneyimliyoruz. İleri zamanlarda kim bilir belki de kendimizi Norveç'te yaşarken buluruz.
Flört etmeye başladığımız dönemde, Hülya'ya ilk ev ziyaretimi; küçük bir Norveç müze gezisi olarak adlandırabilirim. Aldığı hediyelik eşyalardan tutun, haritalar, bayraklar, bira bardakları, kartpostallar, neler neler... Derdini anlatacak kadar, üstelik kendi kendine Norveççe öğrendiğini söylersem bu sevgi daha da anlaşılır sanırım. İkimizin Oslo diye seslendiği ülke başkenti için telaffuzlarımızın ne kadar ayrı olduğunu da söylememe gerek yok. Ben dümdüz Oslo derken Hülya "ş" ile telaffuz ediyor. Vurguya hiç girmiyorum.
Tarihi Oslo Meyhanesi ikimizin hayallerini birleştiren bir isim olarak konulduğunda, resmin arkasına yerleştirdiğim kütüphanede kuzey topraklarında yeşermiş şiirler de yerini aldı. Müzik dinlemek için plakları şöyle göz ucuyla karıştırdığınızda sadece Türk Sanat Müziği dinlemeyeceğinizin garantisini veririm. Şaka bu ya, meyhanede Viking halk müzikleri eşliğinde rakı-somon servis ederiz diyerek gülüşmüşlüğümüz vardır.
Fikir tutar mı? I-ıh! Elbette böyle fikirlerin kuyruğunu tutup, gözü kapalı hiç bilmediğimiz bir işin içine dalmadık. Fakat bu karalama, hem ismini hak edip hem de gittikçe bir şeylerin metaforuna dönüşüyor...
Bir önceki yazının sonundan alalım. Zira yazıp da yayımlamak için hiç yazı bekletmedim bugüne dek. Niyeyse o yazı bekledi durdu. Hatta bir sonraki yazılsın diye bekledi. Belki de ben bekledim nasıl bir sürprizle karşılaşacağımı.
Gerçi bu yıl yazmak konusunda biraz tembel davrandığımı kabul ediyorum. Bodrum'da geçirdiğimiz süre arttıkça yaşantımız daha da oturdu. Her gün farklı bir maceraya uyanmıyoruz. Gündelik yaşamın rutinlerini birbiri ardına ekleyip devam ediyoruz. Hayatı idame ettirmek için o rutinlere ihtiyaç var. Kırk yılda bir Bodrum'a indiğimizde, "şehre hoş geldiniz!" şakalarıyla karşılanıyoruz. Hafta sonları bisiklete binmek benim ev dışında yaptığım tek aktivite. Özetle, ne yazsam tekrara girecekti. Belki de yeni bir şey olmasını bekledim biraz da.
Sık sık yaptığım İstanbul seferleri de arka arkaya koyduğunuz da pek bir aynıdır. Giderim, can sıkıcıdır, süre uzar, hep kaçtığım o stres yine omuzuma biner... Son seferin benim hayatıma kattığı yegane şey; yıllar sonra 10 saatlik bir otobüs yolculuğu yapmamdı. Şu kamçı, zorba... Adı her neyse Yunanistan üzerinden Ege kıyılarını vuracak fırtına haberlerinin ayyuka çıktığı yakın tarih. Oysa uçak biletimi de almışım, İstanbul'a gidiş tarihi belli. İlla daha evvel İstanbul'da olmam gerektiği konusunda ısrar edilince, "var bir şey" diye gittim. Bu çoğunlukla kendimi kandırmak demek. Zira keyfe keder çağrıların rengi kendini belli ediyor. Kaldığım süre de dahil olunca yılın 14 haftası İstanbul'da geçmiş. Ayıracağım 2 hafta bir yana, gelen tüm işlere Bodrum'dan çözüm üretilebilirdi. Çok tazedir; kış döneminde ayda 2 hafta İstanbul'da olmam da istendi fakat sahiden anlamsızdı. Elbette ayda bir hafta İstanbul'da olacağım konusunda baştan anlaşmışlığımız var. Lakin çoğu kez 2-3 gün kalmanın yeteceği sürelerin 2 haftalara tırmandırılmak istenmesi genel memnuniyetsizliğin kıvamını artırıyordu.
Burada bir parantez açmakta fayda var. İstanbul'a sadece iş için gitmiyorum. Babamın tedavisi esnasında yanında bulunmak için bir fırsat oluyor. Uçak biletlerimi, yarım günlük immünoterapi seanslarının olduğu günlere denk getirmeye çalışıyorum ki ıskalamayayım. En kısası bir haftada, babamla adam akıllı yarım gün baş başa kalabiliyoruz. Öbür türlü ofisten çıkışım, artık iyice oturttuğumuz akşam yemeği saatini geçiyor. Babamlara gittiğimde, akşam yemeği benim için yeniden ısıtılıyor, tek başıma yedikten sonra, yemek ve ilaçların etkisiyle uyumuş babamın üstünü örtüyorum.
Şubat ayında "İstanbul'dan Bildiriyorum" yazımdan bir paragrafı buraya yeniden taşımam gerek. Gerek, çünkü neredeyse 8-9 aydır ileride hayatımızı çok etkileyecek gelişmelerin başlangıcı sayıyorum.
"Ticaret bu. İyi günün olur, kötü günün olur, olmaz mı? Oluverdi işte. Sen de ki “bir müşteri gitmiş ne olacak?” ben diyeyim “nar”. Müşteri bir ama beş marka. Olmaz mı? Oluverdi işte. Böyle olunca birileri işten çıkarılır, küçülmelere gider şirketler. Al sana yazılı olmayan kural "son gelen ilk gider"… Bu sefer ilk gelenlere soruldu “Gitmek isteyen olur mu?” diye. Soru bu sorulur. Zira herkes mutsuz, metal yorgunluğundan bahsediliyor. Yalan değil. Kim ister ki huzursuz çalışmayı. İstemem doğrusu. Sıkıntım da biraz bundan. Birbirine günaydın demeyi esirger olmuş insanlar. Sorduğunda da ifade edemiyorlar. Mutsuzlar ama nedenini açıklayamıyorlar. Toplantıda "Hakları da korunacak şekilde ayrılmak isteyen gönül rahatlığıyla gidebilir” dendi. Giderim diyen oldu. Gitmeyeyim diyen de. Düşüneyim dedim ben de. Öyle ya bugünden yarına hiç beklemediğim yeni bir ihtimal gündemim oluverdi. Kim ister ki böyle bir olasılığa hazırlıksız yakalanmayı. Ben istemem doğrusu. Lakin böyle söyleyince de gideceğim demek olmuyor mu? Dedim. Dedim de yeni endişelerim oldu nur topu gibi. Zam da gelmeyince düşündüğüm gibi kaldım domates fiyat artışlarının altında. Bir nevi salça oldum. Yine de bil ki şikayet etmiyorum dostum. Belki de ben gideceğim demişimdir, düşüneyim diyerek. Karşılığında da git denmiştir basitçe. Olmaz mı? Oldu galiba…"
Bir önceki yazının son bölümüne işte bu yüzden bağlamak isterim. Zira bizi bekleyen ama iyi ama kötü sürprizleri siperde beklemeyi yeğledim. Ne olabileceğini görmek, kendimi, ailemi, Bodrum'daki hayatımı nasıl bir şeyden korumak durumunda olacağımı kestirmem gerek diye düşündüm. İki ay gecikmeli yazının son bölümünde, işaretini 9 ay evvelden veren sürprizlerden saklanmaya çalıştım. Lakin bazen "Hadi ben kaçtım" diyemiyorsun. Öyle ki bu siperde bekleyerek geçecek bir durum değil.
31 Aralık 2018 tarihi itibarıyla 16 yıldır çalıştığım şirketim Republica ile yollarımızı ayırıyoruz. Dolayısıyla bu Tarihi Oslo Meyhanesi'nin neden tekrar gündeme geldiğini ve neden artık bir metafor olduğunu gösteriyor. Hülya ile daha çok çalışacağımız, dayanışacağımız ve bir şeyleri yeniden kotarmaya çalışacağımız yeni dönemi işaret ediyor. Biraz daha küçüleceğiz hatta harcamalarımızı kısmak adına tükettiğimizin bir kısmını üretmeye çalışacağız. Tıpkı Tarihi Oslo Meyhanesi resimdeki gibi... Mutfakta da, serviste de, kasada da biz olacağız.
Şu da bir gerçek ki çalışacak yeni bir ajans aramak, yeniden cv, işlerimin bulunduğu bir dosya filan hazırlamak istemiyorum. Reklam sektörü için yaşlıyım da. Bir de insanları uzaktan çalışmak istediğime ikna etme durumu var. Bunlar başlı başına yorucu şeyler. Şu dakikadan itibaren enerjimi ajanslarla çalışmaktan kaçınan (ki artık çoğu böyle) 2-3 müşteri bulmak için kullanmam gerek. Hadi bakalım! Yaşayıp göreceğiz... ve yazacak bir sürü şey çıkacak!...
Hayat işte bu yüzden güzel. Sana hep çözmen gereken yeni problemler veriyor.
Püskül... Meyhanenin sahibi olacaktı. Ne yazık ki Bodum'a taşındığımız yıl Yalıkavak'taki evde hayata gözlerini yumdu. |
Resme asıl ismini veren gramofon oldukça antika bir şey. Kurma kollu. Dileyen kuruyor ve oradaki var olan plaklardan birini seçip çalabiliyor. Plağın cızırtısı, meyhaneyi tütsüleyen patlıcan kokusuyla kusursuz bir uyum içinde. Büyük ihtimal mekanın sırrı da bu. En çok dinlenen plaklar, gramofonu taşıyan masanın altındaki rafta. Lakin sadece şiir kitaplarından oluşan kitaplıkta 10-15 plak daha bulunuyor.
Gramofon ve kütüphane |
"Her şey birdenbire oldu.
Birdenbire vurdu gün ışığı yere;
Gökyüzü birdenbire oldu;
Mavi birdenbire.
...
Orhan Veli"
Böyle bir hayal işte. Yapacağımdan değil ha! Ne anlarım restoran işletmekten. Anlamadığım işe de girmem terbiye olarak. Bu çizim daha çok yeni hayatımızda beklentilerimizi tarif ediyor gibiydi. Şimdi bakınca çok da uzağında yaşamıyoruz o hayalimin.
İyi de yazıya ismini veren adı ne zaman aldı bu resim?
En anlaşılır haliyle ben nasıl kuruyorsam Hülya'nın da hayalleri vardı elbet. Bir Ege kasabasında yaşamanın ötesinde Hülya'nın hayallerini Norveç süslüyordu. Halen de öyledir. Onunki de ayrı bir tutku tabi. Yanlış bilmiyorsam Duru 2 yaşına basmadan bir haftalığına, üstelik hayranı olduğu A-HA konseri izlemek üzere gitmişti Oslo’ya. O bir hafta Hülya'nın hayallerini beslemiş durmuş. Bana göre daha cesur, dışarıya dönük ve maceraya açık hayalleri var. Hani Hülya değil de ben Hülya'nın hayallerinin peşine takılsam hayatımız eminim bambaşka olurdu. İyi-kötü bilemem. Zira denenmemiş hiçbir şey hakkında çok net konuşmamak gerekir. Şimdi bunu deneyimliyoruz. İleri zamanlarda kim bilir belki de kendimizi Norveç'te yaşarken buluruz.
A-HA |
Hülya Oslo'da / 2005 Yanındakiler A-HA'dan Pål Waaktar ve eşi Lauren Savoy |
Bu resimleri fotografları Hülya'nın instagramından aşırdım. |
Bodrumlu hayatımızda da minik Norveç detayları illaki bulunur. |
Tarihi Oslo Meyhanesi ikimizin hayallerini birleştiren bir isim olarak konulduğunda, resmin arkasına yerleştirdiğim kütüphanede kuzey topraklarında yeşermiş şiirler de yerini aldı. Müzik dinlemek için plakları şöyle göz ucuyla karıştırdığınızda sadece Türk Sanat Müziği dinlemeyeceğinizin garantisini veririm. Şaka bu ya, meyhanede Viking halk müzikleri eşliğinde rakı-somon servis ederiz diyerek gülüşmüşlüğümüz vardır.
Fikir tutar mı? I-ıh! Elbette böyle fikirlerin kuyruğunu tutup, gözü kapalı hiç bilmediğimiz bir işin içine dalmadık. Fakat bu karalama, hem ismini hak edip hem de gittikçe bir şeylerin metaforuna dönüşüyor...
Bir önceki yazının sonundan alalım. Zira yazıp da yayımlamak için hiç yazı bekletmedim bugüne dek. Niyeyse o yazı bekledi durdu. Hatta bir sonraki yazılsın diye bekledi. Belki de ben bekledim nasıl bir sürprizle karşılaşacağımı.
Gerçi bu yıl yazmak konusunda biraz tembel davrandığımı kabul ediyorum. Bodrum'da geçirdiğimiz süre arttıkça yaşantımız daha da oturdu. Her gün farklı bir maceraya uyanmıyoruz. Gündelik yaşamın rutinlerini birbiri ardına ekleyip devam ediyoruz. Hayatı idame ettirmek için o rutinlere ihtiyaç var. Kırk yılda bir Bodrum'a indiğimizde, "şehre hoş geldiniz!" şakalarıyla karşılanıyoruz. Hafta sonları bisiklete binmek benim ev dışında yaptığım tek aktivite. Özetle, ne yazsam tekrara girecekti. Belki de yeni bir şey olmasını bekledim biraz da.
Haftasonları yaptığım en güzel şey bisiklete binmek / Ören-Muğla |
Geçenlerde yaptığımız Datça turu. |
Burada bir parantez açmakta fayda var. İstanbul'a sadece iş için gitmiyorum. Babamın tedavisi esnasında yanında bulunmak için bir fırsat oluyor. Uçak biletlerimi, yarım günlük immünoterapi seanslarının olduğu günlere denk getirmeye çalışıyorum ki ıskalamayayım. En kısası bir haftada, babamla adam akıllı yarım gün baş başa kalabiliyoruz. Öbür türlü ofisten çıkışım, artık iyice oturttuğumuz akşam yemeği saatini geçiyor. Babamlara gittiğimde, akşam yemeği benim için yeniden ısıtılıyor, tek başıma yedikten sonra, yemek ve ilaçların etkisiyle uyumuş babamın üstünü örtüyorum.
Şubat ayında "İstanbul'dan Bildiriyorum" yazımdan bir paragrafı buraya yeniden taşımam gerek. Gerek, çünkü neredeyse 8-9 aydır ileride hayatımızı çok etkileyecek gelişmelerin başlangıcı sayıyorum.
"Ticaret bu. İyi günün olur, kötü günün olur, olmaz mı? Oluverdi işte. Sen de ki “bir müşteri gitmiş ne olacak?” ben diyeyim “nar”. Müşteri bir ama beş marka. Olmaz mı? Oluverdi işte. Böyle olunca birileri işten çıkarılır, küçülmelere gider şirketler. Al sana yazılı olmayan kural "son gelen ilk gider"… Bu sefer ilk gelenlere soruldu “Gitmek isteyen olur mu?” diye. Soru bu sorulur. Zira herkes mutsuz, metal yorgunluğundan bahsediliyor. Yalan değil. Kim ister ki huzursuz çalışmayı. İstemem doğrusu. Sıkıntım da biraz bundan. Birbirine günaydın demeyi esirger olmuş insanlar. Sorduğunda da ifade edemiyorlar. Mutsuzlar ama nedenini açıklayamıyorlar. Toplantıda "Hakları da korunacak şekilde ayrılmak isteyen gönül rahatlığıyla gidebilir” dendi. Giderim diyen oldu. Gitmeyeyim diyen de. Düşüneyim dedim ben de. Öyle ya bugünden yarına hiç beklemediğim yeni bir ihtimal gündemim oluverdi. Kim ister ki böyle bir olasılığa hazırlıksız yakalanmayı. Ben istemem doğrusu. Lakin böyle söyleyince de gideceğim demek olmuyor mu? Dedim. Dedim de yeni endişelerim oldu nur topu gibi. Zam da gelmeyince düşündüğüm gibi kaldım domates fiyat artışlarının altında. Bir nevi salça oldum. Yine de bil ki şikayet etmiyorum dostum. Belki de ben gideceğim demişimdir, düşüneyim diyerek. Karşılığında da git denmiştir basitçe. Olmaz mı? Oldu galiba…"
Bir önceki yazının son bölümüne işte bu yüzden bağlamak isterim. Zira bizi bekleyen ama iyi ama kötü sürprizleri siperde beklemeyi yeğledim. Ne olabileceğini görmek, kendimi, ailemi, Bodrum'daki hayatımı nasıl bir şeyden korumak durumunda olacağımı kestirmem gerek diye düşündüm. İki ay gecikmeli yazının son bölümünde, işaretini 9 ay evvelden veren sürprizlerden saklanmaya çalıştım. Lakin bazen "Hadi ben kaçtım" diyemiyorsun. Öyle ki bu siperde bekleyerek geçecek bir durum değil.
Uzun bir aradan sonra yeniden çiziverdim. Anlık bir his geldi bu çıktı. |
31 Aralık 2018 tarihi itibarıyla 16 yıldır çalıştığım şirketim Republica ile yollarımızı ayırıyoruz. Dolayısıyla bu Tarihi Oslo Meyhanesi'nin neden tekrar gündeme geldiğini ve neden artık bir metafor olduğunu gösteriyor. Hülya ile daha çok çalışacağımız, dayanışacağımız ve bir şeyleri yeniden kotarmaya çalışacağımız yeni dönemi işaret ediyor. Biraz daha küçüleceğiz hatta harcamalarımızı kısmak adına tükettiğimizin bir kısmını üretmeye çalışacağız. Tıpkı Tarihi Oslo Meyhanesi resimdeki gibi... Mutfakta da, serviste de, kasada da biz olacağız.
Şu da bir gerçek ki çalışacak yeni bir ajans aramak, yeniden cv, işlerimin bulunduğu bir dosya filan hazırlamak istemiyorum. Reklam sektörü için yaşlıyım da. Bir de insanları uzaktan çalışmak istediğime ikna etme durumu var. Bunlar başlı başına yorucu şeyler. Şu dakikadan itibaren enerjimi ajanslarla çalışmaktan kaçınan (ki artık çoğu böyle) 2-3 müşteri bulmak için kullanmam gerek. Hadi bakalım! Yaşayıp göreceğiz... ve yazacak bir sürü şey çıkacak!...
Hayat işte bu yüzden güzel. Sana hep çözmen gereken yeni problemler veriyor.
Ben size kolaylıklar diliyorum ve "Su akar yolunu bulur" diyorum. Yeter ki hayaller bitmesin. Hülya'ya ve size çok sevgiler...
YanıtlaSilVardır her şeyde bir hayır. Hayallerimiz ise hep var. Hayalsiz olmuyor... Yorumunuz için çok teşekkür ederim :)
SilHiç tahmin edemezdim. Marilyn Monroe demiş şu lafı; Hayat, biz finiş çizgisini geçtiğimizde kendimizi yeni bir kulvarda bulduğumuz bir yarıştır.
YanıtlaSilgüzel demiş! :) paylaştığınız için teşekkür ederim...
SilYeni yazılarınız için biz de o zaman 'hadi bakalım' diyoruz :)
YanıtlaSil:) teşekkür ederim!
SilAslinda bana sadece kolay gelsin demek duser ya yine de tuz biber ekleyesim geldi...
YanıtlaSilSeveniniz cok. Olacaktir. Biraz sabir. Tavsiye oluyor ya, varsin olsun, - sadece gonlunuzdekini gonlunuzdeki gibi yapin - derim.
Kucuk not: Buralara ilk geldigimde, bi tane pizzeria devralmak istemistim, sahibide Toni (Italyan) ellili yaslarindaydi. Ikna etmek icin cok ugrastim. Bana dedi ki ben emekli olacak olsam burayi al, ama emekli olmuyorsam, ben buradan ciksam bile buranin musterisi beni bir sonraki yerimde takip eder dedi...