Dolma
"Eğer bulunduğun yerden memnun değilsen, değiştir. Sonuçta bir ağaç değilsin."
Jim Rohn
Geçenlerde annem "bak" diyerek, üzeri morlu sarılı, birkaç küçük çiçekle süslenmiş, çok da büyük olmayan bir örtüyü heyecanla gösteriverdi. Bir ucu güvelerce yenilmiş olsa da pırıl pırıl ve sapasağlam duran bu örtü, meğerse benim kundak bezimmiş. O bez ki annemin elinde geçmişten kareler izleyebildiği bir sinema perdesine dönüşüverdi. Tıpkı bebek sever gibi sesini değiştirerek, anlamı olmayan birkaç sevgi cümlesi kurdu. O beze sarılı vaziyette bir müddet yaşamış, kucak kucak gezmelere gitmişim. Arkasına notlar alınmış bir sürü eski fotoğraf söylediklerimin belgesidir. Annemin, heyecandan pembeleşen yanaklarının hatırı olsa da hiçbir şey hissetmeden öylece baktım ve sadece "ne güzel" diyebildim. İlgimi çekmediğini anlayınca, her zaman yaptığı gibi bir müddet kendi kendine konuştu, anlattı. Ardından sakladığı yere geri götürdü. Onun için anlam taşıdığına inanıp sakladığı daha ne çok şey var kim bilir... Kundak bezine karşı ne hissetmemi beklemişti bilmiyorum ama bu yazı için fikir verdiği kesin...
Annemi, kendi etrafına anılardan ördüğü yüksek duvarlar için eleştiremem. Bazı zamanlar 'üzerine üzerine' geldiğini söylediği, aslında bu duvarlar olsa gerek. İlla eleştirmem gerekirse, -biraz yüzeysel olacak ama- duvarın ardındakilere karşı meraksızlığını anlayamadığımı söyleyebilirim. Çünkü duvarların ardına bakmayı, onun sayesinde öğrenmişimdir.
Ufka bakıp, aslında hareket edecek ne büyük bir alan olduğunu parlak bir netlikle görünce, sınırsız olma fikri beni daha çok mutlu etti. Oysa bizim bugüne dek yaptığımız, ne yazık ki çiti çekip alanımızı belirlemekten ibaretti. Farkında olmadan küçük hapishanelerimizi kurmuş olabilir miyiz? Çünkü o alanı güvenli sayıp dışında kalanları güvenilmez ilan etmek yapılabilecek en kolay şey gibi gözüküyor. Kolayı seçtik elbette. İçerde canımızı çok sıkan rutin şeyler için bile dışarıdakileri suçlamak da son derece konforlu. Yanı başımda duran arkadaşlarımın, her gün selamladığım insanların, kasabın, manavın vs yaptığı tek şey öfleye pöfleye şikayet etmek, çaresizlikten dem vurmak ve tabi mutsuz olmak. Pazartesiye, tatilin son gününe, kışın yağmura, yazın sıcaklara, arılara, denizdeki yosuna vs pek çok şeye şımarıkça negatif anlamlar yüklemek yapılabilecek tek şeymiş gibi gözüküyor. Bu nedenle, mutluluğu kaşık kaşık Nutella'da arayanları da yadırgamıyorum. Aradığımız her ne ise bu kadar dar bir alanda olmadığını düşünmeye başlamak gerek. Hem de hemen. Yoksa icat ettiğimiz hastalıklara yenilerini ekleyeceğiz. (Depresyon diye bir hastalığın olmadığına inandığımı söyleyeyim ki o da başka bir yazı konusu olsun.)
Belki geç oldu ama ördüğüm duvarın ardında ne olduğunu merak ettiğim andan itibaren hayatımın değişmeye başladığını biliyorum. Zaten yaşantımda birkaç yıldır süre gelen bu değişimi başka türlü izah edemem. Bunca yazı, onca çizi aynı sürecin eşlikçisidir. Bence insanın başına gelebilecek en önemli talihsizlik, büyük bir beceriyle kendini kandırmayı başarması. Bunu yapabilenlerin daha özel yeteneklerini ya da başlarına gelebilecek daha hayırlı şeyleri perdelediklerini düşünüyorum. Garanti maaşım var deyip yıllarca aynı şirkette üstelik sıkılarak çalışmakla, anısı var diye atılamayan bardağın yaşantımıza kattığı kıpırtısızlığın aynı olduğunu söylüyorum. “Köklerim burada ne yapayım!", "Bu şehirle bir bağım var" gibi kurulan manasız cümlelerin ne kadar da büyük bir çaresizlik barındırdığını görmezden gelemiyorum. Beni ben yapan her şey, ilham kaynağım bu şehir, bahçesinde koşturduğum okul, arkadaşlarım, bir araya gelince "hatırlıyor musun?" ile başlayan soruların tamamı, bilmem ne festivalinde kazanılmış madalya, çekildikten sonra bir daha yüzüne bakılmamış rakı masası fotoğrafı gibi birçok şey kolilenemeyecek denli fazlalık artık. İnanın bir işe de yaramıyorlar. Anılar, eskileriyle yaşamak için değil yenilerini üretmek için varlar.
Her şeyi basitleştirmek gerek. Benim de çabaladığım bu. Çekmecelerde bir şeyler biriktirmek yerine günce yazıyor ve paylaşıyorum. Çizerek hafızamı yeniliyorum. Yükümü herkesle eşit bölüşüyor, herkesin yüküne de ortak olabiliyorum. Dolayısıyla, artık içi eskilerle dolu o kırmızı kutuya, çocukluktan kalan misketlere, bilmem kimden yadigar atkıya ihtiyacım kalmıyor. Bu bana daha da rahat hareket edebileceğim geniş bir alan açıyor.
Annem gösterdiğinde, kundak bezine karşı hissizliğimi şimdi daha iyi anlıyorum. Hayat akarken eli kolu bağlı, dolma gibi olmak çok sıkıcı bir şey olurdu. Kimsenin ve hiç bir şeyin elimizi kolumuzu bağlamasına izin vermemek gerek. Hele ki bebek kadar çaresiz değilken.
Jim Rohn
Geçenlerde annem "bak" diyerek, üzeri morlu sarılı, birkaç küçük çiçekle süslenmiş, çok da büyük olmayan bir örtüyü heyecanla gösteriverdi. Bir ucu güvelerce yenilmiş olsa da pırıl pırıl ve sapasağlam duran bu örtü, meğerse benim kundak bezimmiş. O bez ki annemin elinde geçmişten kareler izleyebildiği bir sinema perdesine dönüşüverdi. Tıpkı bebek sever gibi sesini değiştirerek, anlamı olmayan birkaç sevgi cümlesi kurdu. O beze sarılı vaziyette bir müddet yaşamış, kucak kucak gezmelere gitmişim. Arkasına notlar alınmış bir sürü eski fotoğraf söylediklerimin belgesidir. Annemin, heyecandan pembeleşen yanaklarının hatırı olsa da hiçbir şey hissetmeden öylece baktım ve sadece "ne güzel" diyebildim. İlgimi çekmediğini anlayınca, her zaman yaptığı gibi bir müddet kendi kendine konuştu, anlattı. Ardından sakladığı yere geri götürdü. Onun için anlam taşıdığına inanıp sakladığı daha ne çok şey var kim bilir... Kundak bezine karşı ne hissetmemi beklemişti bilmiyorum ama bu yazı için fikir verdiği kesin...
Annemi, kendi etrafına anılardan ördüğü yüksek duvarlar için eleştiremem. Bazı zamanlar 'üzerine üzerine' geldiğini söylediği, aslında bu duvarlar olsa gerek. İlla eleştirmem gerekirse, -biraz yüzeysel olacak ama- duvarın ardındakilere karşı meraksızlığını anlayamadığımı söyleyebilirim. Çünkü duvarların ardına bakmayı, onun sayesinde öğrenmişimdir.
Ufka bakıp, aslında hareket edecek ne büyük bir alan olduğunu parlak bir netlikle görünce, sınırsız olma fikri beni daha çok mutlu etti. Oysa bizim bugüne dek yaptığımız, ne yazık ki çiti çekip alanımızı belirlemekten ibaretti. Farkında olmadan küçük hapishanelerimizi kurmuş olabilir miyiz? Çünkü o alanı güvenli sayıp dışında kalanları güvenilmez ilan etmek yapılabilecek en kolay şey gibi gözüküyor. Kolayı seçtik elbette. İçerde canımızı çok sıkan rutin şeyler için bile dışarıdakileri suçlamak da son derece konforlu. Yanı başımda duran arkadaşlarımın, her gün selamladığım insanların, kasabın, manavın vs yaptığı tek şey öfleye pöfleye şikayet etmek, çaresizlikten dem vurmak ve tabi mutsuz olmak. Pazartesiye, tatilin son gününe, kışın yağmura, yazın sıcaklara, arılara, denizdeki yosuna vs pek çok şeye şımarıkça negatif anlamlar yüklemek yapılabilecek tek şeymiş gibi gözüküyor. Bu nedenle, mutluluğu kaşık kaşık Nutella'da arayanları da yadırgamıyorum. Aradığımız her ne ise bu kadar dar bir alanda olmadığını düşünmeye başlamak gerek. Hem de hemen. Yoksa icat ettiğimiz hastalıklara yenilerini ekleyeceğiz. (Depresyon diye bir hastalığın olmadığına inandığımı söyleyeyim ki o da başka bir yazı konusu olsun.)
Belki geç oldu ama ördüğüm duvarın ardında ne olduğunu merak ettiğim andan itibaren hayatımın değişmeye başladığını biliyorum. Zaten yaşantımda birkaç yıldır süre gelen bu değişimi başka türlü izah edemem. Bunca yazı, onca çizi aynı sürecin eşlikçisidir. Bence insanın başına gelebilecek en önemli talihsizlik, büyük bir beceriyle kendini kandırmayı başarması. Bunu yapabilenlerin daha özel yeteneklerini ya da başlarına gelebilecek daha hayırlı şeyleri perdelediklerini düşünüyorum. Garanti maaşım var deyip yıllarca aynı şirkette üstelik sıkılarak çalışmakla, anısı var diye atılamayan bardağın yaşantımıza kattığı kıpırtısızlığın aynı olduğunu söylüyorum. “Köklerim burada ne yapayım!", "Bu şehirle bir bağım var" gibi kurulan manasız cümlelerin ne kadar da büyük bir çaresizlik barındırdığını görmezden gelemiyorum. Beni ben yapan her şey, ilham kaynağım bu şehir, bahçesinde koşturduğum okul, arkadaşlarım, bir araya gelince "hatırlıyor musun?" ile başlayan soruların tamamı, bilmem ne festivalinde kazanılmış madalya, çekildikten sonra bir daha yüzüne bakılmamış rakı masası fotoğrafı gibi birçok şey kolilenemeyecek denli fazlalık artık. İnanın bir işe de yaramıyorlar. Anılar, eskileriyle yaşamak için değil yenilerini üretmek için varlar.
Her şeyi basitleştirmek gerek. Benim de çabaladığım bu. Çekmecelerde bir şeyler biriktirmek yerine günce yazıyor ve paylaşıyorum. Çizerek hafızamı yeniliyorum. Yükümü herkesle eşit bölüşüyor, herkesin yüküne de ortak olabiliyorum. Dolayısıyla, artık içi eskilerle dolu o kırmızı kutuya, çocukluktan kalan misketlere, bilmem kimden yadigar atkıya ihtiyacım kalmıyor. Bu bana daha da rahat hareket edebileceğim geniş bir alan açıyor.
Annem gösterdiğinde, kundak bezine karşı hissizliğimi şimdi daha iyi anlıyorum. Hayat akarken eli kolu bağlı, dolma gibi olmak çok sıkıcı bir şey olurdu. Kimsenin ve hiç bir şeyin elimizi kolumuzu bağlamasına izin vermemek gerek. Hele ki bebek kadar çaresiz değilken.
Budur!
YanıtlaSilHarikasin!
YanıtlaSil