Yeniden İstanbul
Önceleri her ay bir hafta olmak üzere İstanbul’a gider, ajansla karşılıklı anlaşmamıza uyardım. Fakat gittiğimde de tek derdim dönüşümü ertelememi istemeleri olurdu. Bir haftadır yayıldığım masayı toplarken son anda "bir hafta daha kal!" denmesine çok kızdığımı hatırlıyorum. Zira İstanbul’da kalış sürem isteğim dışında uzayınca Bodrum’da yapacağım programları iptal etmek ve verilmiş sözlerimi yutmak zorunda kalırdım. İstanbul'da işler uzadıkça fırtına ve yağmur mevsimine girilir planlanmış bisiklet tur ve kampları iptal edilir.
Mesela yapacağım kamplı bisiklet turlarına daha İstanbul'a gitmeden hazırlanırdım. Bisikletim evde, yola çıkmaya hazır İstanbul’dan dönmemi beklerdi. Bodrum biletimi cuma mesai sonrasına alırdım ki zaman kaybetmeyeyim. Fakat bu dönüş erteleme ricaları yüzünden çok bilet yakmışımdır doğrusu. Öyle hayır kalmam, gidiyorum deme şansım hiç bir zaman olmadı. Fakat bunun beni ne kadar mutsuz ettiğini daha çok da kızdırdığını gösterirdim.
Hülya benimle gelmemişse, Bodrum’da evde bekliyorsa daha da can sıkıcı bir hal alırdı durum. Son anda bir (bazen iki) hafta daha İstanbul’da kalacağımı haber verdiğimde sesinin düştüğünü anımsarım. Ben de düşerdim tabi moral motivasyon olarak. Ben döndüğümde o İstanbul'a gider ve hiç sevmediğimiz bir salınımın içine girerdik. Birbirimizi göremediğimiz 21 günlük bir dönemi hatırlıyorum.
Evet ayda bir hafta ajansa İstanbul’a gitmek fikri çok güzeldi. Sevinçle giderdim. Kısa süreliğine bir mesai temposunda olmak beni diri tutardı. Fakat dönüş tarihimin her defasında uzaması iş yerinde hissedilen ve yaşanan gerginliğin bana da bulaşması demekti. O gerginlik bir müddet sonra görünür olurdu.
İstanbul benim için son zamanlarda sadece yakınlarımı görmek anlamını taşımaya başladı. Ailemle zaman geçirmek, arkadaşlarımla buluşmak güzeldi. Boğaz kıyısında kısa bir yürüyüş ve üstüne kahve ile sohbet veya öğleden sonra ister Arnavutköy ister Beşiktaş ister Taksim’de olsun bir rakı sofrasında muhabbetle demlenmek kaçırmak istemeyeceğim türden şeylerdi. Nasıl oldu bilmiyorum ama zamanla bu programlar da azaldı. Bu dediklerim pandemi öncesi. Çoğu buluşma zamansızlığa ve şehrin iflah olmaz trafiğine takıldı. Birinin programı diğerine uymadı. Beri ki buluşma noktasını uzak buldu gelemedi ve artık birbirimizi göremez olduk. Öyle bir an geldi ki İstanbul’da buluşamadığım, göremediğim arkadaşlarımı yazın Bodrum’da daha sık görmeye başladım. Kimi haberli kimi tesadüfen.
İşte böyle böyle derken İstanbul sadece annem ve babam demek oldu. Hastalardı ve onlarla alakadar olmak gerekiyordu. İki sene evvel babamı kaybedince İstanbul artık annemin silinen hafızasında, eğer hala varsa uçuşan ışık taneciği denli ufaldı. Demek istediğim beni İstanbul’a bağlayan şeyler ama doğal ama suni nedenlerle bir bir koptu, şehir iyiden iyiye küçüldü.
Üstüne üstlük son zamanlarda İstanbul’dan gelen her bir çağrı kötü haberden ibaretti. Ne yalan söyleyeyim birader aradığında umarım kötü bir şey yoktur diye açıyorum telefonu. Biliyorum, kötü günler beraber atlatılır. Ama kötü ama iyi… Mecburen gittiğin bir yeri nasıl seversin?
Bir zaman bisikletle sevmeye devam ettim İstanbul’u. Başlarda bisikletim yoktu, İstanbul’daki arkadaşlarımın evde yatanlarını alırdım mesela. Sonra bir katlanır bisikletim oldu devam ettim. Ofise bisikletle gidip gelmek iyi gelirdi. Hafta sonları da sabahtan çıkıp uzun ya da kısa mesafede sağa sola gitmekten mutlu olurdum. Kafam dağılırdı. Sırf katlanır bisikletle yapılacak bir tura katılacağım diye bisikletimi Bodrum’a götürdüm ve İstanbul'a her geldiğimde iyice yalnız kaldım. Mecburen gittiğin yeri nasıl seversin sorusu ben de cevapsızdır artık.
Çocukken annemin gözlerini aça aça veya sağlam bir çimdikle uyardığı misafir ziyaretlerini hatırlıyorum. Mecburen giderdik. Bizim için sıkıcı olurdu çünkü. Sokakta oynamak, arkadaşlarımla eğlenmek varken ahbap evine veya alakasız bir yerlere gitmek zül gelirdi. Annemin tepkilerini anımsadığıma göre epey bir huysuzluk ediyor olmalıydım. Muhtemeldir ki beraber gitmemek için öncesinde de epey inat etmişimdir. Çünkü insanı zıvanadan çıkaran bir inadım vardı. Gözlerini aça aça uyardığında kadını çıldırtmış olduğumu bilirdim. Peşinden çimdik geliyorsa annemin artık iyice burnuna gelmiştir. Ötesi evde kötekti. Ben bu son aşamaya geçtiğimi hatırlamıyorum. Nerede duracağımı bilirdim. Evet uslu ve sakin bir çocuktum ama bir şeye mecbur bırakılmaya herkes gibi tepki gösterirdim… Belki biraz abartılı.
Mecbursundur, yerine getirmen gereken görevler vardır onları sevdiklerin için yerine getirir, hayatına biraz mola verirsin. Babamın hastalığında kardeşimle seve seve paylaştık bu görevleri. Son nefesine kadar başından ayrılmadık. Aynı anda annemin Alzheimer’ın derinlerine çıktığı yolculukta kör eşlikçileriydik. İstediğimiz kadar iyi evlat olalım, gönülden koşturalım mecburiyetin bizi nasıl yıprattığını, ara ara vazgeçme raddesine geldiğimizi de anımsıyorum. Kardeşim olmasa o süreci atlatabileceğimi düşünmüyorum.
İşte İstanbul bana sadece bunları hatırlatıyor. Koca şehir kötü haberlere sıkıştı adeta. Şişhane’den tarihi yarımada üzerinde batan güneşin turuncuya boyadığı manzarayı izlemek, boğaz kıyısında balık tutanların arasında yürümek, ismiyle müsemma sokaklarında dolaşmak, sembol olmuş binalarına, apartmanlarına girip çıkmak edebi bir metnin birkaç satırında kalmış gibi geliyor. Karışmayı sevdiğim gece hayatı müdavimi olduğumuz bir meyhanede oturup kalktıktan sonra yine bildiğimiz bir yerde son bir bira içip dans etmekti ki o da kalmadı.
Tabi ülkenin son 20 yılda nerelere getirildiği de malum. İstanbul’a geldiğimde hükümetçe yaratılan iklimi iliklerime kadar hissediyorum. Duyduğum bu rahatsızlık hissi yakamı bırakmıyor. Sürekli bir saldırı altında olduğum duygusu her gelişimde daha da büyüyor. O nedenle sevdiğim şeyleri yapmaktan geri duruyorum. Belki bu da bu şehrin çeperini iyiden iyiye daraltıyor. İki ayağım bir pabuca giriyor.
Kabul ben de artık 20 yıl önceki ben değilim. Sevdiğim rakı masasından artık 2 duble ile kalkmak yetiyor. Üzerine bira içip biraz da dans edelim demiyoruz da artık. Kaldı ki 20 yıl sonra dans etmek için çalınan müzikler gürültü gibi geliyor bana. Beden, ruhun yapmak istediklerine ayak uyduramıyor. Yaşlanıyoruz deyince kızan dostlarım oluyor. Halbuki bu bir gerçek. Zamanın karşısında durulmuyor. Dilediğin kadar iyi beslen, spor yap, kendine bak misal işte; o sanatçılar, mankenler, film yıldızları ve şarkıcılar için an geliyor haklarında “tanınmaz hale gelmiş” deniyor. Fakat bir şehri tanınmaz hale getirmek bence ihanet ile eş değer.
Neredeyse yine bir haftaya yakın oldu İstanbul’dayım. Hülya benden evvel 10 gün kadar erken geldi çünkü babasını Covid-19 sebebiyle kaybetti. Üstelik temaslı olduğundan annesinin de testi pozitif çıktı. Bu ana dek pek dillendirmek istemedik ama İstanbul’a gelme nedenimiz buydu. Hülya prosedürler gereği ne Kayseri’de babasının cenazesine katılabildi ne de annesinin yanına gidebildi. O burada sıkışmış beklerken ve derin bir üzüntü içindeyken ben de İstanbul’da yanında olmalıydım. Başta gelmene gerek yok dese de (ki gerek olmadığına inanarak birkaç gün Bodrum’da kaldım) vicdanım beni rahat bırakmadı geliverdim.
Bu konuda Hülya’nın yanında ol, yalnız bırakma diyenleri tıpkı babamı vefatında akıl verenleri dinlemediğim gibi dinlemedim doğrusu. Kimsenin iyi niyetinden şüphem yok ama keşke biri de “siz bilirsiniz.” diyebilse idi. Sanırım çoğunluk berikinin yaşadıkları üzerinden kendi nasıl hareket eder bunu düşünüyor. Haliyle kendini referans alarak dillendiriyor düşüncesini. Fakat beni başta kendim, gönlüm veya canım sonra hayat arkadaşımın diyecekleri daha çok ilgilendiriyor.
Mesela yapacağım kamplı bisiklet turlarına daha İstanbul'a gitmeden hazırlanırdım. Bisikletim evde, yola çıkmaya hazır İstanbul’dan dönmemi beklerdi. Bodrum biletimi cuma mesai sonrasına alırdım ki zaman kaybetmeyeyim. Fakat bu dönüş erteleme ricaları yüzünden çok bilet yakmışımdır doğrusu. Öyle hayır kalmam, gidiyorum deme şansım hiç bir zaman olmadı. Fakat bunun beni ne kadar mutsuz ettiğini daha çok da kızdırdığını gösterirdim.
Ne bileyim Hülya'nın da benimle İstanbul'da olduğu zamanlarda altından tek başıma kalkamayacağımız işler için (boya, bahçe veya tesisat olabilir) bir ustayı İstanbul dönüşüne denk getirir ama çağırdığımızla kalırdık. Zaten usta dediğin Bodrum'da zor bulunur, eve dönemediğimiz için "gelme" demek zorunda kalırdık. Bu ötelemeler veya iptaller dengeleri bozar. Artık onarım, bakım, bahçe vs için yardım alacağımız birini bir daha bulamazdık.
Hadi bakalım bir kez daha İstanbul'dayım. |
Veya kimi yapılacaklar vardır, doğal bir takvime tabidir. Artık mantar mı toplanacaktır, bahçeye bir şeyler mi ekilecektir ama tarihi ıskalanmaması gereklidir. Mayıs'ta diktiğimiz domates fidelerinin büyümesi, çiçeklenmesi ve meyve vermesi bizim iklim ve toprak koşullarımızda neredeyse 2 ayı bulur. Dikimi Nisan'a çekersek meyve vermesi süre 1 aya düşer. Yağmur bitti mi ki yağmur sezonu kısadır buralarda mantarı kaçırırım. Eğer mantarı da kaçırıyorsam ne anladım ben Bodrum'dan diyebilirim rahatlıkla. Yoğun İstanbul Bodrum trafiği dönemiydi dalından dut yiyemediğim bir yaz geçirdiğimi hatırlıyorum. Böyle yazıyorum çünkü Bodrum'a bunları yaşamak, zamanın bize hediye ettiklerinin tadını çıkarmak için taşındık. Önceliklerimizi bunun için değiştirdik. Kendi adıma İstanbul'da geçirdiğim her fazla gün beni mevsimsiz bırakmaya başlardı.
Hülya benimle gelmemişse, Bodrum’da evde bekliyorsa daha da can sıkıcı bir hal alırdı durum. Son anda bir (bazen iki) hafta daha İstanbul’da kalacağımı haber verdiğimde sesinin düştüğünü anımsarım. Ben de düşerdim tabi moral motivasyon olarak. Ben döndüğümde o İstanbul'a gider ve hiç sevmediğimiz bir salınımın içine girerdik. Birbirimizi göremediğimiz 21 günlük bir dönemi hatırlıyorum.
Evet ayda bir hafta ajansa İstanbul’a gitmek fikri çok güzeldi. Sevinçle giderdim. Kısa süreliğine bir mesai temposunda olmak beni diri tutardı. Fakat dönüş tarihimin her defasında uzaması iş yerinde hissedilen ve yaşanan gerginliğin bana da bulaşması demekti. O gerginlik bir müddet sonra görünür olurdu.
Mecidiyeköy'deki evden balkon manzaramız |
Mesela selamsız kalırdım. Bodrum’dan yeni, üstelik onlar için gelmişken ne bileyim en basitinden hal hatır sorulmaması içimdeki buluşma sevincimi alırdı benden. Şımarıklık olsun diye söylemiyorum ama dışardan gelen biri illa ki ilgi bekler. Anlatacakları, dinleyecekleri birikmiştir. Ne yaptığım, nasıl olduğum merak edilmiyor olabilir belki ama nezakettir, sorulur. Ben ısrarla hal hatır sorar, arkadaşlarımın baş üstlerinde tüten gri bulutları dağıtmak için elimden geleni yapardım. Enerjilerini değiştirmeye gayret ederdim.
Gerçi açıkça izliyordum ki birbirlerinin de farkında değildiler. Yıllarca yüksek tempo çalışmak, sürekli iş yetiştirme odaklı olmak doğaldır ki her şeyden koparabiliyor. Sanırım ben de öyle idim taşınmadan evvel. Hemen yanında çalışana, önünden mutfağa geçene veya henüz kapıdan yeni girmişe günaydın demez mi insan! Şimdi uzaktan bakınca görüyorum ki bu kayıtsızlık beni sanki oradan hiç ayrılmamışım gibi hissettirirdi. Hiç Bodrum'a taşınmamışım, yüz yıllardır sandalyemden kalkmadan çalışıyormuşum duygusu uyandırırdı. Bir müddet sonra ofiste bulunma motivasyonumu kaybettim. Hani ailemi görmeyecek olsam, Bodrum’da kalmak kıpırdamamak konusunda ısrar ederdim doğrusu.
İçinde bulunmadığım şirketlerin, çalışma ortamlarının da benzer olduğunu biliyorum. Oralarda çalışan arkadaşlarımın ne kadar mutsuz olduklarını dinliyorum konuştuğumuzda. Yani bana veya bize özel bir durum değil anlattıklarım. Ardını göremediğin bir perde iniyor etrafına ve dünyan sadece içerisi olabiliyor. O perde ki yıkılmaz, kırılmaz bir duvar sanıyorsun.
İstanbul benim için son zamanlarda sadece yakınlarımı görmek anlamını taşımaya başladı. Ailemle zaman geçirmek, arkadaşlarımla buluşmak güzeldi. Boğaz kıyısında kısa bir yürüyüş ve üstüne kahve ile sohbet veya öğleden sonra ister Arnavutköy ister Beşiktaş ister Taksim’de olsun bir rakı sofrasında muhabbetle demlenmek kaçırmak istemeyeceğim türden şeylerdi. Nasıl oldu bilmiyorum ama zamanla bu programlar da azaldı. Bu dediklerim pandemi öncesi. Çoğu buluşma zamansızlığa ve şehrin iflah olmaz trafiğine takıldı. Birinin programı diğerine uymadı. Beri ki buluşma noktasını uzak buldu gelemedi ve artık birbirimizi göremez olduk. Öyle bir an geldi ki İstanbul’da buluşamadığım, göremediğim arkadaşlarımı yazın Bodrum’da daha sık görmeye başladım. Kimi haberli kimi tesadüfen.
İşte böyle böyle derken İstanbul sadece annem ve babam demek oldu. Hastalardı ve onlarla alakadar olmak gerekiyordu. İki sene evvel babamı kaybedince İstanbul artık annemin silinen hafızasında, eğer hala varsa uçuşan ışık taneciği denli ufaldı. Demek istediğim beni İstanbul’a bağlayan şeyler ama doğal ama suni nedenlerle bir bir koptu, şehir iyiden iyiye küçüldü.
Üstüne üstlük son zamanlarda İstanbul’dan gelen her bir çağrı kötü haberden ibaretti. Ne yalan söyleyeyim birader aradığında umarım kötü bir şey yoktur diye açıyorum telefonu. Biliyorum, kötü günler beraber atlatılır. Ama kötü ama iyi… Mecburen gittiğin bir yeri nasıl seversin?
Bir zaman bisikletle sevmeye devam ettim İstanbul’u. Başlarda bisikletim yoktu, İstanbul’daki arkadaşlarımın evde yatanlarını alırdım mesela. Sonra bir katlanır bisikletim oldu devam ettim. Ofise bisikletle gidip gelmek iyi gelirdi. Hafta sonları da sabahtan çıkıp uzun ya da kısa mesafede sağa sola gitmekten mutlu olurdum. Kafam dağılırdı. Sırf katlanır bisikletle yapılacak bir tura katılacağım diye bisikletimi Bodrum’a götürdüm ve İstanbul'a her geldiğimde iyice yalnız kaldım. Mecburen gittiğin yeri nasıl seversin sorusu ben de cevapsızdır artık.
Çocukken annemin gözlerini aça aça veya sağlam bir çimdikle uyardığı misafir ziyaretlerini hatırlıyorum. Mecburen giderdik. Bizim için sıkıcı olurdu çünkü. Sokakta oynamak, arkadaşlarımla eğlenmek varken ahbap evine veya alakasız bir yerlere gitmek zül gelirdi. Annemin tepkilerini anımsadığıma göre epey bir huysuzluk ediyor olmalıydım. Muhtemeldir ki beraber gitmemek için öncesinde de epey inat etmişimdir. Çünkü insanı zıvanadan çıkaran bir inadım vardı. Gözlerini aça aça uyardığında kadını çıldırtmış olduğumu bilirdim. Peşinden çimdik geliyorsa annemin artık iyice burnuna gelmiştir. Ötesi evde kötekti. Ben bu son aşamaya geçtiğimi hatırlamıyorum. Nerede duracağımı bilirdim. Evet uslu ve sakin bir çocuktum ama bir şeye mecbur bırakılmaya herkes gibi tepki gösterirdim… Belki biraz abartılı.
Mecbursundur, yerine getirmen gereken görevler vardır onları sevdiklerin için yerine getirir, hayatına biraz mola verirsin. Babamın hastalığında kardeşimle seve seve paylaştık bu görevleri. Son nefesine kadar başından ayrılmadık. Aynı anda annemin Alzheimer’ın derinlerine çıktığı yolculukta kör eşlikçileriydik. İstediğimiz kadar iyi evlat olalım, gönülden koşturalım mecburiyetin bizi nasıl yıprattığını, ara ara vazgeçme raddesine geldiğimizi de anımsıyorum. Kardeşim olmasa o süreci atlatabileceğimi düşünmüyorum.
İşte İstanbul bana sadece bunları hatırlatıyor. Koca şehir kötü haberlere sıkıştı adeta. Şişhane’den tarihi yarımada üzerinde batan güneşin turuncuya boyadığı manzarayı izlemek, boğaz kıyısında balık tutanların arasında yürümek, ismiyle müsemma sokaklarında dolaşmak, sembol olmuş binalarına, apartmanlarına girip çıkmak edebi bir metnin birkaç satırında kalmış gibi geliyor. Karışmayı sevdiğim gece hayatı müdavimi olduğumuz bir meyhanede oturup kalktıktan sonra yine bildiğimiz bir yerde son bir bira içip dans etmekti ki o da kalmadı.
Tek yaptığımız aktivite de böyle dışarı çıkıp kafa dağıtmak oldu. |
Tabi ülkenin son 20 yılda nerelere getirildiği de malum. İstanbul’a geldiğimde hükümetçe yaratılan iklimi iliklerime kadar hissediyorum. Duyduğum bu rahatsızlık hissi yakamı bırakmıyor. Sürekli bir saldırı altında olduğum duygusu her gelişimde daha da büyüyor. O nedenle sevdiğim şeyleri yapmaktan geri duruyorum. Belki bu da bu şehrin çeperini iyiden iyiye daraltıyor. İki ayağım bir pabuca giriyor.
Kabul ben de artık 20 yıl önceki ben değilim. Sevdiğim rakı masasından artık 2 duble ile kalkmak yetiyor. Üzerine bira içip biraz da dans edelim demiyoruz da artık. Kaldı ki 20 yıl sonra dans etmek için çalınan müzikler gürültü gibi geliyor bana. Beden, ruhun yapmak istediklerine ayak uyduramıyor. Yaşlanıyoruz deyince kızan dostlarım oluyor. Halbuki bu bir gerçek. Zamanın karşısında durulmuyor. Dilediğin kadar iyi beslen, spor yap, kendine bak misal işte; o sanatçılar, mankenler, film yıldızları ve şarkıcılar için an geliyor haklarında “tanınmaz hale gelmiş” deniyor. Fakat bir şehri tanınmaz hale getirmek bence ihanet ile eş değer.
Kimi resmi işler için İstanbul'daki son 2 gün saga sola gittik. |
İşlerimiz bittince kendimize yürüyüş rotası armağan ettik. 2010-12 tarihleri arası yaşadığımız Galata'daki evimiz. |
Neredeyse yine bir haftaya yakın oldu İstanbul’dayım. Hülya benden evvel 10 gün kadar erken geldi çünkü babasını Covid-19 sebebiyle kaybetti. Üstelik temaslı olduğundan annesinin de testi pozitif çıktı. Bu ana dek pek dillendirmek istemedik ama İstanbul’a gelme nedenimiz buydu. Hülya prosedürler gereği ne Kayseri’de babasının cenazesine katılabildi ne de annesinin yanına gidebildi. O burada sıkışmış beklerken ve derin bir üzüntü içindeyken ben de İstanbul’da yanında olmalıydım. Başta gelmene gerek yok dese de (ki gerek olmadığına inanarak birkaç gün Bodrum’da kaldım) vicdanım beni rahat bırakmadı geliverdim.
Duru annesinin en güzel destekçisiydi |
Bu konuda Hülya’nın yanında ol, yalnız bırakma diyenleri tıpkı babamı vefatında akıl verenleri dinlemediğim gibi dinlemedim doğrusu. Kimsenin iyi niyetinden şüphem yok ama keşke biri de “siz bilirsiniz.” diyebilse idi. Sanırım çoğunluk berikinin yaşadıkları üzerinden kendi nasıl hareket eder bunu düşünüyor. Haliyle kendini referans alarak dillendiriyor düşüncesini. Fakat beni başta kendim, gönlüm veya canım sonra hayat arkadaşımın diyecekleri daha çok ilgilendiriyor.
İyi geldi |
İlk buluştuğumuz Limonlu Bahçe'de yemek yedik. Bir arada olmak iyi geldi. Not: Yemekleri, sunumu ve servisi berbattı. |
İstanbul’u sevmiyorum dedim son paylaştığım sosyal medya gönderisinde. Bir kere de güzel bir haber ile gelsek şuraya. Ne bileyim; vize işlemlerimiz bitti diye çağırılsak, Bodrum’dan İstanbul’a oradan Oslo’ya uçsak mesela. Bir bebek dünyaya gelse, teyze, hala, amca, dayı olsak… Ya da turist gibi gelsek, Mecidiyeköy’deki evde değil de bir otelde kalsak biraz. Sergimiz olsa açılışı için bulunsak diye diye liste uzar gider...
Başınız sağolsun Coka, Hülyanın yüzünden üzüntüsü nasıl okunuyor. Allah sabır versin ona da, çok kayıplar yaşadığımız bir dönemdeyiz. İstanbulda yaşanmaz ara da sırada turist gibi gezilir diye felsefem vardır. kocaelinde bir kasaba da yaşıyor oluşum hem kırsal yaşamın güzelliğini sunuyor bana ( her nekadar artık akın akın gelip doldursa da bu kasabamı) hem de istanbula yakınlığıyla
YanıtlaSilistediğim zaman gidip gezme lüksü sağlıyor. ama uzun zamandır da gitmedim gezmeye.
iş yerinde artık yarı robotlaşmış insanların tutumu bence kıskançlık. sonuçta çok özlemini kurdukları hayata atıldın, cesaretin, çaban ve dünyaya bakışını herkes görüyor ve takdir ediyor aslında
Teşekkür ederim... Başta Hülya için duygusal olarak dalgalı bir dönem. Şiddeti hafiflese de artık ömrümüz boyunca bu duygu gidip gidip gelecek. Ben de babamdan biliyorum. İş yeri meselesinde ki yıllarca birlikte iyi kötü pek çok anıyı paylaştığım dostlarımı kast ediyorum, kıskançlık değil de herkesin oturduğu yerde kabuk bağladığı bir sıkışmışlık hissiden bahsetmek istedim aslında. Artık her şey o kadar aynı ki; birbirini kovalayan saatlerden, gri atmosfere, yolları dolduran araçlardan, siren seslerine, yapılan iş, revizyon, istekler, beklentiler vs. başını çevirecek gücü bulamıyor insan. Öyle bir kabulleniş öyle bir her şey aynı kalacak hissi... Kıskanamayacak denli kapana kısılma hali. Dediğim gibi bu bize de özel değil, her yerde, her şirkette aynı durum izleniyor. Keşke kıskanılabilse ama nefes almak dışında hiç bir şeye gücü kalmamış şehirde yaşayanın... Çok teşekkür ederim zaman ayırıp yazdığınız için. Kocaeli'ne selam olsun!
SilMerhaba başınız sağolsun dilerim anne iyidir. Allah şifasını versin. Hülya hanımın üzüntüsü çok belli oluyor. sabırlar diliyorum. Bir laf var ya hani bir şair söylemiş Ankara nın nesini seversin demişler istanbula gelişini demiş. Artık söylenecek hali kalmadı galiba. Yaşanmaz oldu mecburiyetler olmasa. Hülya
YanıtlaSilTeşekkür ederim. Anne iyi. O da 10-15 gün karantinada kaldı ve şükür ki iyileşti. Bundan sonramız sağlık, neşe ve mutlulukla geçsin...
SilBaşınız sağ olsun Coka, Hülya ile yazışmıştık, vefatı biliyordum ama covid olduğunu bilmiyordum, bu daha da acı :( Ben de babamı yitirdim bu yaz. Hülya'nın duygularını çok iyi anlıyorum. Tam da iki dizden protez ameliyatı olup henüz yatağa bağlı olduğum zamanlardı. Kardeşim ve oğlum koştular her şeye. Neyse ki zorlanarak da olsa gidip gördüm hastanede de vedalaşmadan yollamamış oldum. Tek tesellim çekmeden, hatta anlamadan gitmiş olması. Tüm gidenler huzurla uyusun diyor, size ve Hülya'ya sabır diliyorum. Umarım bir dahaki İstanbul'a gelişiniz güzel bir sebeple olur...
YanıtlaSilBaşınız sağ olsun ve duygularınızı paylaştığınız için teşekkür ederim...
SilBaşınız sağ olsun.
YanıtlaSilGalata'daki eski eviniz ne güzelmiş, Beyoğlu doğduğum ve bir süre yaşadığım yer, hep özlerim. Böyle bir evde yaşamak nasıl olurdu bilmiyorum, belki anlatırsınız bir yazınızda o günleri.
Çok sevgi selâm.
Baş sağlığı mesajınız için teşekkür ederiz. Galata'daki evimiz ile ilgili bir kaç yazı paylaşmıştım. Buradan linklerini paylaşayım okumak ve fotoğraflarına bakmak isterseniz.
Sil------
Son durak Galata
https://bit.ly/3m2wmue
------
Galata'ya veda ederken
https://bit.ly/3zJEwMx
------
bonus
https://bit.ly/2XKlecW
Hepsini okudum şimdi, çok teşekkür ederim.
SilRica ederim...
SilÖncelikle başınız sağolsun. Sanırım bir yeri kafasından silince insan (tıpkı bir insanı silince olduğu gibi) hiç bir şekilde iyi taraflarını da görmek istemiyor. Bana her zaman en iyi gelen, hayatımın ailevi sorunlar, yaşlılık ve hastalık nedeniyle zor olan bu döneminde kesinlikle daha da iyi gelen çok ama çok sevdiğim bu şehrin bazı insanlara neden bu kadar kötü geldiğini sürekli sorguluyorum ama sanırım cevabını bulamayacağım kolay kolay. Öncelikle araba kullanmıyor ve çalışmıyor olmak çok yardımcı oluyor sanırım. Gerçi ben çalışırken de hiç şikayetçi olmadım.Neredeyse her gün 6-7 saat sokaklarda olup hep olumlu ve güzel şeylerle karşılaşmak herhalde çok sevmekle mümkün. İstanbul benim için hala bol yeşillik, değişmemesine şaşırdığım eski mahalleler, istenirse bulunabilecek pek çok sessiz köşe, park, parkta kitap okumak, saatlerce yürümek, müzeler, sergiler, etkinlikler demek. Güneyde pek bir sevilen bir turistik bir şehrimizden yeni döndüm. Tamamen ailevi nedenler olmasa ayak basmam. İnanın İstanbul’da esnaf, pazarcı, market çalışanı, vs. hepsi çok daha düzgün. Bir gün gün İstanbul’da nasıl güzel yaşanır diye bir kitap yazma hayalim var, belki o zaman birilerinin fikrini birazcık değiştirebilirim. Umarım siz de bu mecburi gelişler olmadan Bodrum’da mutlu ve huzurlu yaşarsınız. Kolaylıklar ve grçmiş olsun dileklerimle, Işın
YanıtlaSilHem fikrinizi paylaştığınız hem de baş sağlığı dileğiniz için teşekkür ederim Işın hanım. Aslına bakarsanız İstanbul hiç bir zaman bana kötü gelmedi. Hatta araba kullanmamak, severek çalışmak ve şikayetsiz olmak bizi ortak bir payda da birleştiriyor. Orada yaşarken uzun ara sokak yürüyüşleri yapar kendime tıpkı dediğiniz gibi sessiz, sakin köşeler bulurdum. Zaten doğma büyüme Bebekliyim ve harika bir çocukluk geçirdim. Fakat zamanla çevremdeki sevdiğim insanlar, kalanların da neşeleri gitti. Her şey zamanla yarıştırılır oldu. Halen severek yaptığım mesleğim de (grafik tasarım) günü kurtarmakla övünülen bir hal aldı. Yaş aldıkça beni mutlu eden çocukluğumu arar oldum. Ne aralarında oynadığımız mahalleler, ne dalından meyve kopardığımız ağaçlar kaldı. 40'dan sonra o yaşamın, birbirinin külüne muhtaç komşulukların, güven duygusunun vs peşine düştüm. İnsan yola çıkmaya görsün. Hayat, tadı damakta harika hikayeler hediye ediyor. Üstelik peşine takıldığım o rengarenk özlediğim şeylerin bir gün bir yerlerde karşıma çıkacağının umudunu verdi hep. Ne mutlu bana ki 42 yaşımdan sonra yakaladım. Emin olun sadece bir tatil beldesi olarak bilinen Bodrum'da ezberlerin çok dışında bir hayatımız var. Tıpkı çocukluğumdaki gibi... Kim bilir burada yeniden büyür ve bir başka coğrafya da yeniden doğarım... Sevgilerimle...
Sil