Zemheri

Bodrum’a ilk taşındığımız zaman kış arifesindeydik. Gümüşlük istikametine doğru Yalıkavak’tan çıktığınızda, Geriş Altı diye bilinen yerde ve yüzünü tamamen kuzeye bakan iki katlı bir evde başlamıştı Bodrum hayatımız. İşte o kış için hala Bodrum’un son 25 yılda gördüğü en soğuk kış mevsimiydi denir. Hatırlıyorum; değil sadece kediler için bıraktığımız su kapları, evin önünden geçen yol, aşağı yukarı 3 cm kalınlığında bir buz tabakasıyla kaplanmıştı. Su boruları donmuş, bahçe çeşmelerinin ağzı buzdan tapalarla tıkanmıştı. Bodrum’da ilk kışını geçiren çoğu şehirli gibi biz de buna şaşırmıştık. Zemheri ile tanışınca -ki bu tabiri de Bodrum’da öğrendim- mevsimin hep ılıman geçeceği konusunda kendimizi kandırılmış hissetmiştik.

Yalıkavak’ta iken tanıştığım ilk Bodrumlu, Eray, boşuna ‘’iki kış geçirmeden kendine Bodrumluyum deme” dememişti. İşte o ilk kış Bodrum’da gördüğüm en düşük sıcaklık -8°C idi.

Bodrum’da kış iki aydan fazla sürmez söylemi tam bir şehir efsanesidir. İçinden geçtiğimiz mevsimin epey sıcak geçtiği gerçeğinden yola çıkarak söyleyebilirim ki Kasım’ın 16’sından bu yana sobamız neredeyse her gün yandı. Bazen tam gün bazen öğleden sonra. Bu yazının başına oturduğum şubat ayı itibariyle arada sadece 3-4 gün hiç yakmadığımızı söyleyebilirim. Öngörüm o dur ki Mart’ın 16’sına kadar da yanmaya devam edecek. Düz hesap kabaca 4 ay bacamız tütmüş olacak…

Pandemiyle birlikte pek çok yazlıkçı Bodrum’da kalmayı tercih ederken kafalarında eminim bizim o zamankine benzer hayaller dönüp duruyordu. En başta salgının tehlikeli olduğu şehir merkezlerinden çok uzakta yaşamak harika bir seçenekti. Hiçbir şey olmasa en azından sahilde yürüyüş yapıp, yarımadanın yakın yerlerinde gezerek bile süreç atlatılabilirdi. Balkonu eve dahil edilmiş apartman dairelerinde yaşayan çocuklar bahçe gibi bir avantajın tadını sonuna kadar çıkarabileceklerdi. Öyle biliyorlardı ki Bodrum’da kış sadece 2 ay kadar sürüyordu.

Kimi için bir şans sayılabilir çünkü Sonbahar-Kış geçişi sıcak ve kurak geçti. Ocak ayının ortasına kadar Bodrum’da hava sıcaklıkları 15°C altına inmedi. Bunda lodosun parmağı var elbet. Lodos ardı yağmur denir hep. Kasım ayının ortasında düşmesini beklediğimiz yağmurlar için 2 ay bekleyeceğimizi bilmiyorduk. Bunu kimi için şans görmüş olsam da burada yaşayanlar -bahçeler, hayvanlar hatta kimi meslek grupları (oduncular)- için pek öyle denemez.

Bu kışa damgasını rüzgar vurdu denilebilir.


Lodos yağmur getirmek yerine bizi sersemletip durdu. Yeni yılda ilk fırsatta bisikletle küçük yarımada turları yaparım dedim ama üflemeyi kesmedi hiç. Yağmur, kar çamur ve soğuk umurumda olmaz da rüzgârda bisiklet sürmek tam bir çiledir. İnişi çok zevkli Balıkaşıran’dan Datça’ya doğru inerken pedal bastığım gün geldi aklıma.

Robert Löbel’in 2013 yapımı “Wind” isimli animasyonu ne demek istediğimi çok net anlatıyor sanırım. Birkaç dakikada neredeyse kağıda aktarmak istediğim her duyguyu anımsattığından, animasyon en sevdiklerim arasında yerini almıştır.



Korunaklı çatımız altında pek etkilemeyeceği düşünülse de rüzgâr sesiyle bile yordu açıkçası. Lodos çarpması diye bir şey vardır ya hani. Omuzlarının üstünde koca bir ağrı topu gibi başın şiştikçe şişer, gözlerin yerinden çıkacakmış gibi olur. Bende bu durumu lodosun sesi yarattı.

Ocak ortasından sonra durum değişti. Önce yağışlar geldi ardından lodos sahneyi karayele bıraktı. Bu da sıcaklıkları 10°C’nin altına indirdi. Sağ olsun belediye arka arkaya fırtına ve şiddetli yağış anonsu geçip duruyor bu aralar. Geç kalsa da kış gelivermişti işte.

Bodrum evleri yazlık düşünüldüğünden çoğunda rüzgâr ön kapıdan girip arka pencereden çıkar. Kışın kalmayı kafasına koymuş kimi yazlıkçı dönüverdi duyduğumuza göre. Gidenler, gelenin yanında devede kulak kalır belki ama kalanların bilmedikleri başka bir sıkıntı bekliyordu, onu öğrendiler. Fırtınayla birlikte başlayan sık elektrik kesintileri... Hızla soğuyan Bodrum’da evlerini elektrik marifetiyle ısıtanlar için bu daha büyük sorun oldu.

Elektrik Bodrum'da sık kesilir. İşiniz yarım kalır, kışsa üşür, yazsa nemden bunalırsınız.

Soba olmazsa yanmıştık cümlesindeki ironiyi seiyorum.


Fırtınalarda zaman zaman planlı kesintiler yapılır. Bu bir güvenlik tedbiridir zira daha önce kopan elektrik kabloları yangın çıkarmıştı. Zaten çok az kalan ormanlık alanların bu anlamda korunması ne mutlu ki hala önemseniyor.

Diğer taraftan nüfusu 175.000’den 500,000’lere çıkan yarımadada yaşayanlar, aslında soğutmak üzere tasarlanmış klimaları ısınmak için kullanılmaya başlayınca trafolar da dayanamadı. Bu fırtınadan kaynaklı kesintilerden farklı yeni kesintilerdi. Saatler süren elektriksizlik, ılıman bir yerde yaşadıklarını düşünenleri çok üşüttü. İşlerini, eğitimlerini uzaktan yapanların programları hep yarım kaldı. Artan şikayetleri sosyal medyada izlemek mümkün. Belki bu arada yine ayrılan bir grup olmuştur.

Bence hala sıcak bir kış geçiriyoruz. Banyoya ısıtıcı koymadan yıkanıyor olmak bir gösterge benim için. Nevresim altına hala elektrikli battaniyeyi de sermedik mesela. Sobamızın hep yanıyor olması, evin içinin dışından daha serin hissettirmesiyle alakalı. Bir de havanın iyice soğuma ihtimaline karşın duvarlar yavaş yavaş ısınsın demiştik ilk ateşi verdiğimizde.

Kurak başladı ve sıcak geçiyor ama Bodrum bu yıl önceki kışlara göre daha yağışlı gibi. Bu da beni mutlu ediyor. Sadece suya doyduğumuzdan, doğanın beslendiğinden değil aynı zamanda manzaramızı zenginleştirdiği için. Sabahları hava aydınlanırken yapmaktan en keyif aldığım şey, güneşin her yeri birkaç dakikalığına turuncuya boyadığı o ilk altın dakikaları yakalamak oluyor. Yağmur sesiyle uyanmayı, insanı ayıltan sabah serinliğini seviyorum. Bu yüzden gün doğmadan kalkarım yataktan. Sağa sola dönmem, gerinip dur beş dakika daha kestireyim demem. O beş dakikalarda hayat kaçıyor gibi gelir bana.

Şimdi bu mevsimde gökyüzüne tutturulmuş gümüşi bulutların güzelliği işte bu yüzden bir başka oluyor. Tuhaf gelebilir belki ama eklenen suyla beyazlayan rakı kadehine bakıyor gibi hissediyorum. Hani suyun temasıyla, salt beyaza dönmeden önceki kısacık anda dumanlanması hali misali. 5 dakika daha uyuyayım diyerek kaçırılmaması gereken bir anlardan. Iskalandığında eksik kalacağıma kesin gözüyle bakıyorum. Hele güneş bir aralık bulup pamuk denli bu bulutlara turuncu ışıklar da eklemiyor mu?... Doğa benimle konuşuyor adeta. Yaşadığımı hissettiriyor. Dertler dert olmaktan çıkıyor. Her sabah bir daha doğuyorum sayesinde.

Bir de bisikletime binip yollara düşebilsem başka bir şey istemem. Kısacık bile olsa yarımadanın insana hayal kurduran rotalarına vurabilsem kendimi. Dalından dağ çileği koparabilsem, peşime düşen köpeği sevebilsem, nefes nefese tırmandığım herhangi bir yokuşu frene dokunmadan insem özgürce. Her şeyi bisikletime bırakabilsem. Bana düşünmek kalsa yeniden… Az kaldı. Bodrum gül yüzünü gösterecek yine. Sonra bir kez daha, daha uzaklara, daha uzun yollara düşerim illa ki.

Bu yıl henüz bir tur yapabildim. Seçkin ile kısa çevirdik.
Eskiye göre daha çok fırsatım olsa da son dönemde havalar müsade etmedi.


Bazen kimi tartışmaların içine çekiliyorum fakat hayata, yaşadığım yere nasıl bakıyorsam onu paylaşmaya çalışıyorum. Bir kere bile elektrik kesintisinden, üşümekten, tezek kokusundan, evde dolaşan Süleymancık’tan veya ilk kez gördüğüm bir böcekten, yetersiz kalan alt yapıdan, bahçeye dalan tavuktan, verandada geviş getiren inekten şikâyet etmedim. Neden o yok, niye bu eksik demedim. Aklıma bir kere bile İstanbullular gettosu kuralım, gruplarımız olsun fikri gelmedi. Geldiğim İstanbul’u bir kere bile aramadım yaşadığım Bodrum’da. Burası bana ne sunduysa onu kabul ettim. Akışına bıraktım denilebilir. Bu da bana mutlu bir yaşam, güzel dostlar, huzurlu günler hediye etti. Buranın bana sunduklarını kabul etmeseydim alışamazdım ve sürekli şikâyet eden bir tip olur çıkardım. Tıpkı benimle “Daha dün geldin, senden sonra gelenleri beğenmiyorsun” diyerek tartışanlar gibi.

Şunu da düzeltelim. Belki bu düzeltmeyi birkaç kere yapmak zorunda kalmışımdır. Büyük şehirlileri, yazlıkçıları vs. veya geldiğim şehri beğenmiyor değilim. İstanbul’u çok seviyor ve bundan sonra turist denli ziyaret etmek, bu yaşıma kadar tadını çıkaramadığım her şeyin tadını çıkarmayı çok istiyorum. Tabi şu salgın izin verirse. Orası benim doğum büyüdüğüm şehir ve bir sürü anısı var. İstanbul ile ilgili şikayetlerim herkesin ettiklerinden farklı değil. Kim istemez bir yerden bir yere 5 dakikada gitmeyi. Varsa arabasına sorunsuz park bulmayı. Sabah durakta, metroda, minibüste gülümseyerek selamlaşmayı. Komşusunu tanımayı, esnafıyla ayaküstü sohbet etmeyi. Kişi başına bol bol yeşil alanların çoğalmasını. Düzeltilebilir, yapılabilir şeyler üzerinden ortak hassasiyetlerimizden dem vuruyorumdur o kadar.

Oradan ister yerleşmek için olsun ister tatil için gelenlere de “burayı mahvettiniz” demiyorum. Söylenen her şeye karşı savunmaya geçenlerin kalkanlarını indirmek zaten çok zor. Bugüne dek kendimce anlatmaya çalıştığım şey bir anlığına buranın tadını çıkarmanın ne denli güzel bir şey olduğuydu. Zira yukarıda şehre dair ortak sorunlarımızın buralara taşınıp tartışılır hale gelmemesi gerektiğini savunuyorum. Fakat anlamamayı tercih edenler, tercihi geçtim büsbütün kendini kapatanlara bir şey anlatılamıyor. O kalkanlar inmiyor. Lakin ben kabuk bağlamış dünyalarına durduğum yerden seslenmeye devam edeceğim. Birbirimizi böyle seveceğiz.

Geçenlerde, yılbaşından hemen evvel bir yeni yıl etkinliği için Ortakent sahile inmiştik. Kendi aramızda bir piknikti ve arkadaşlarımız, onların arkadaşları vs. derken kalabalık denebilecek bir mevcutla bir araya geldik. Bizden ayrı farklı gruplar da Pub Bodrum’un deniz kıyısını doldurmuşlardı. Pandemiden azade ve belki öncesi günler gibi bir buluşmaydı. Nihayetinde Bodrum küçük bir yer ve bu birbirinden bağımsız grupların içinde de tanıdıklar, arkadaşlar oluyor. İşte o grupların içinden oturduğumuz sitenin eski sakinlerinden biriyle tanıştık. Hülya’yı da beni de sosyal medya üzerinden tanıyordu aslında. Başımıza gelen en sık şeydir. Karşımızdaki bize dair her şeyi bilir ama biz kendisini tanımayız. Bu zaman zaman altında ezildiğim bir şeydir. Karşımdakini neden tanımıyorum, onu tanımadığım için kırıyor muyum duygusuna kapılırım. Bu durumdan hoşlanmadığımı içerden bir yerlerden biliyorum.

Nezakete nezaketle yaklaşmak güzel bir şeydir sonuçta. Fakat hiç tanımadığım birileri “Bodrum’a geldiğimizde o güzel balkonunuzda sizinle bir duble içmeyi çok isteriz” diyorsa bende bunun karşılığı olmuyor. İyi niyetinden zerre kadar şüphe etmediğim bu istek beni çok huzursuz eder. Nasıl karşılık vereceğimi de bilemem. Kim hiç tanımadığı birine kapısını açıp evinde rakı sofrası kurar ki? Bırakın evinizi açmayı dışarıda da olsa o kişi ya daha kadehinin yarısında değişirse. Öyle ya içinden bir fanatik çıkabilir. Değişmesine de gerek yok. İnsanları ötekileştiren, millet, din, dil, ırk veya cinsiyet üzerinden ayıran biri de olabilir. Birilerinin dedikodusunu yapabilir. Masanın ortasına futbol, din veya siyaset oturtabilir. Daha da kötüsü sosyal medyada izlediği adamın aslında bambaşka biri olduğunu anlayıp hayal kırıklığına uğrayabilir. Bu nedenle tanımadığım kimseyle rakı içmem derim. Dedim de… Sosyal medyada hemen “içerken tanırsın” cevabı yapıştırıldı mesela. O halde kendime tekrar edeyim. Tanımadığım biriyle rakı içmem.

Başka bir örnek olsun. Zaman zaman tuttuğum takım için bir şeyler çizerim. Mesela daha yeni Mesut Özil’in Fenerbahçe’ye gelmesiyle bir hoş geldin karalaması yapmıştım. Takıma dair nadir çizimlerimin hemen sonrasında sayısı yüzleri bulan takipçi eklenir hesaplarıma. Yorumlar, tebrikler gelir, çizim(ler) sağda solda paylaşılır ve tabi talepler başlar. Şunu da çiz, beni şu futbolcuyla karala vs. vs. Hatta daha sormadan kendi fotoğrafını atıp başka bir referans fotoğrafı gibi çizmemi isteyenler olur.

Futbolu çok severdim ama sonra ilgim alakam azaldı. Bazen arada takip ediyorum.
Oyunu hala güzelleştirenleri çizmeyi seviyorum. Pelkas

Mesut Özil gelip gelmeyeceği belli değildi. Gelirse diye bir hoşgeldin karalaması yapmıştım.


Biraz meraklısı araştırınca anlar ki kendileri gibi bir fanatik, tuttuğum takımı her şeyin önüne koyan, bunu dava olarak gören bir adam değilim. Lafı uzatmayayım demek istediğim herkes gibi ben de dışardan farklı görülüyorum.

Ortakent sahilde, ateşin başında yanımıza gelen sitemizin eski sakini o hanımefendi de söze “Siz, biz yazlıkçıları sevmiyorsunuz ama…” diye başlamıştı. Ardından kısaca kendini tanıtıp zarafetle içimizi ısıtan güzel sözler söyledi. O sözlerin bana ait olanlarını iç ceplerimde saklarım, zira hiç soğumazlar ve ısıtmaya devam ederler. Kendisine de ne düşündüğümü izah ettim. Burada olduğu gibi düzelttim. Zira bugüne dek yazlıkçıları veya benden sonra gelenleri sevmiyorum gibi bir laf hiç çıkmadı ağzımdan.

Özetle hayatını büsbütün değiştirmeye karar vermiş, şehirden sahil kasabasına kaçmış birinin AVM açılışını alkışlamasına, arabaları için otopark kavgası yapmasına, şehirdeki gibi trafik kurallarına uymamasına, korna çalmaktan vazgeçmemesine, tezek kokusundan, elektrik kesintisinden, yavaş akan zamandan vs. şikâyet etmesine anlam veremiyorum o kadar. Kurallarını koymadığınız bir yarıştan kaçıp kuralını kendi belirlediğiniz bir yarışa kalkışmamalısınız. Anlatmak istediğim hep bu oldu.

Gökyüzünde bulutlar iyiden iyiye mavi gri bir hal aldı. Kuzey batıdan, güney doğuya doğru hareket ediyorlar. Birazdan iki kadeh alıp bu manzaranın içine daldıracağım. Malum sevgililer günü. Bize her gün öyle ya… Akşamüstü Hülya ile karşılıklı kaldıralım, kadehlerimizden bulut yudumlayalım...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu da geçer Ya Hu

Ege kralı…

Bodrum’da 1 yılın ardından