Duvar saatinin pili bitmiş ve tam 11:30'u gösteriyordu. Durduğunda gece miydi gündüz müydü bilemedim. Lakin biz evden ayrıldıktan sonra zamanın durduğuna inanmak istedim. Bodrum'a hemen döneceğiz zannıyla dağınık bıraktığımız yatak, askıdan alıp, toplarız diye bir kenara yığdığımız çamaşırlar, masa üzerindeki kaldırılmamış ıvır zıvırlar sanki dün bırakılmış gibi. Bahçeye de bir bakmak lazım. Masa ve sandalyeleri yaz pozisyonunda bırakmıştık. Yağmur ve fırtına nasıl etkiledi görmek bir yana, yapmayı en sevdiğim şey; eve girer girmez ön tarafa çıkmak ve köyün kokusunu içime çekmek. Verandanın sağdaki lambasını açınca sigortalar atıverdi. Bunun tamirini yapılacaklar listesine eklemek gerek. Zira panelden düzeltmek de yetmedi. Sitenin ana panosuna gidip orada da şalteri açıp kapatmalıydım ki her şey yoluna girsin. Gördün mü bak gece gece nasıl da başladık çalışmaya...
11:30
İlk fark ettiğim, sitede oturduğumuz yerden gözümüzle seçebildiğimiz tüm evlerde birileri var. Yazlıkçı olanlar dönmemiş. Bacalar tütüyor. Evinde ışığı olmayanların ise balkonlarına odun yığılmış. Hatta dışarı çıkan bacadan anladığıma göre girişteki evde soba bile kurulmuş. Buraya taşındığımız ilk kış 4 hane kalıyorduk sitede. Bir sonraki sene 6 haneye çıkmıştık. Elektrik panosundaki faal sayaçları saymak aklıma gelmedi ama 10 haneyi aştığımızı söylemek zor değil. Kalabalıklaşıyoruz.
Akşamüstü bizi garajdan alan Seçkin de artan kalabalığa işaret etmişti aslında. En basitinden Bodrum'da bir kış trafiğinin iyice hissedildiğinden bahsetti. Nüfus artışı birkaç senenin konusu. O anlattıkça geldiğimiz uçağın da dolu olduğunu hatırladım. Özel günler dışında -yılbaşı, okulların ara tatilleri vs- kış aylarında daha önce hiç bu kadar insanla uçmamıştım. Aslında tarih tam da okulların kapanması arifesi. Fakat daha çarşambadan, bu kalabalığı sömestriyle açıklayamadım. Basbayağı koca bir güruh konuverdik Milas'a... "2025'e kadar 450,000 nüfus ön görülüyor" diye devam etti Seçkin. Selçuk Erez'in İstanköyaltı Bodrum kitabında, 1960'larda turizmle yeni tanışan Bodrum'un nüfusunun 5 bini henüz bulduğundan bahseder. Altmış yılda gelinen noktaya bak. Altmış yıl nedir ki? Sadece tek bir nefes...
Havaalanından, Bodrum'a geçmek üzereyken otobüse bindiğimizde aradı Seçkin. Yolculuğumuzu sordu. "Evde yemeğiniz yoktur, akşam akşam alışverişle de uğraşmayın, bize gelin" diye aramıştı. Kaya levreği almış, fileto kestirmiş. Bizi garajdan almayı teklif ediyordu. Başkası olsa zor kabul eder, etmem veya Hülya'nın mimiklerinden çıkardığım anlama göre yanıt verirdim. Lakin Seçkin başkadır. Öyle ki, bırak yemeğe davet etmeyi, ertesi sabah rahat rahat yiyelim diye birkaç kahvaltılık malzeme almayı bile düşünmüştü. Böyle durumlarda verdiğim zahmetten duyduğum mahcubiyet bir yana, ruhumu büsbütün değiştiren bir dostum olduğu için mutluyum. Nerede olursam olayım beni yalnız bırakmamıştır. Hiçbir şey olmasa arar, eder, yanımda olduğunu hep hissettirir. Geçtiğimiz bir yıl İstanbul'da, İstanbullu arkadaşlarımdan daha çok Seçkin'i gördüm mesela. Zira zor bir seneyi geride bıraktık. Duygusal olarak yoğun, kalp ufalayıcı, yorucu ve travmatikti. Daha uçaktan iner inmez yara sarmaya başladık sayesinde. Ardından Ebru'nun hazırladığı sofrada hep beraber rakılarımızı yudumlayıp unutmaya başladık. Ne İstanbul'un kiri kaldı ne Bodrum'un kalabalığı...
Sabah güneşini karşılamayı seviyorum. Her sabah bıkmadan yaptığım bir ritüel oldu.
Sabah ilk yaptığım sobayı yakmak oldu. Evi saran odun kokusunun da beni iyileştirdiğine inanıyorum. 20-25 dakika odunların çıtırtısını dinledim, ateşin hararetlenmesini izledim. Kahvaltının ardından yanlışlıkla basmayalım diye verandanın anahtarına bant yapıştırırken saatin hala 11:30'u gösterdiğine takıldı gözüm. Kahvaltıdan sonra Hülya Ortakent'e inmişti. Teneke dolaptan pil çıkardım. Pil kıymetli bir enerji kaynağı. Kış aylarında sık sık elektriği kesilen bir yerde feneriniz, kafa lambalarınız için yedeklemek çok işe yarıyor. Taşındığımız ilk dönemlerde, büyük şehirli arkadaşlarımızın biblo, çerçeve, kupa vs gibi ev hediyelerinin aksine, burada uzun süredir yaşayanlar, pil, fener, mum, yağmurluk, elektrikli battaniye gibi armağanlarla hoş geldin demişlerdi. Yaşadıkça bunun ne kadar anlamlı olduğunu anlıyor insan.
Kış aylarında soba evin kalbi. Erkenden yakınca 7:30'da her yer ısınmıştı.
Seçkin düşünmüş, kahvaltılık bir şeyler almıştı. İlk güne güzel başladık sayesinde.
Saati indirip, pil yuvasındaki pası temizledim. Bugün binmeyecek olsam da bisikletimi verandaya çıkardım. Lastiklerini şişirdim. Yeni odunlardan iki kova taşıdım eve. Her gün birkaç sefer bunu yaparsam, ön tarafta yağmurdan koruyabileceğim hatırı sayılır bir yığın yaratabilirim. Tabii bir iki odun ufaladım üstüne. Bedenim ısındı, uyuyan kaslarım, eklemlerim uyandı. İstanbul ile burada yaşamanın arasındaki temel fark bu. Hayat seni hareket etmeye zorluyor. Ertesi günün odunlarını bugünden hazırlamazsan, sabah karanlığında baltayı taşa vurursun. Her şeyi hazır etmelisin. Havanın nasıl olacağını kestirmek için binaların arasından gökyüzünü görmeye çalışmakla, göğün tam altında odun kırmak nasıl karşılaştırılabilir ki? Bulutların hangi yükseklikte olduğu, hangi yöne aktığını izlemek bana çok şiirsel geliyor... Aynı zamanda hayati de.
Evim güzel evim...
Bugünün işi yarına bırakılmaz. Burada düğmeye bas ısın düzeni yok.
Sen durursan, hayat durur..
Yağmur yoksa sebze meyve yok, su yok. Kış sevmiyorum, yağmur yağmasın diyenleri bu yüzden anlamıyorum. En nihayetinde çoğu organik ve doğal besin peşinde koşup, tüketen insanlar. Çocuklarına en olgun, en taze tarım ürünlerini yedirmek konusunda dikkatliler. Tanıdıklarımdan bazıları Aydın'dan, Antalya'dan, Bilmem Ne Hanım Çiftliği'nden siparişler veriyor. Sağlıklı beslenmeyi takıntı haline getirenleri de biliyorum. Nereden aklıma geldi bu şimdi bilmiyorum ama o istemedikleri mevsimler dönmez ise ne doğal kalır ne organik. Zira tavuk bile yumurtlamıyor yağmur yağmazsa. Cengiz Abi "Benim tavuklara bile güvenme" demişti bir gün. Hani şu ortada gezen, koşturan tavukları vardı. "Yağmur yağacak, toprak kımıldayacak ki bunlar doğal beslensin. Yoksa içinde ne olduğunu bilmediğim yemlerden almak zorunda kalıyorum. O da ateş pahası." Yem aldıysa yumurtayı ücretli satar Cengiz Abi. Öbür türlü "Bunun kıçına para mı veriyoruz?" der ihtiyacım kadar olanı folluktan hediyesine almamı ister. Aynı şey küçük ve büyük baş hayvan besicileri için de geçerli. Hayvanı otlatamadığında ne yapsın. Gücü varsa mecbur hazır yem alacak. O yüzden şımarıklığın alemi yok, her mevsimi seveceksin.
Temsili Cengiz Abi tavuğu
Konuyla alakası olsun diye bulduğum bir fotoğraf. Yediklerimizden mutlu olmamız için yazı da kışı da seveceğiz.
Saatin pillerini değiştirdikten sonra taşındığımızdan beri bir türlü istediğimiz gibi çalışmayan sifon için Tayfun abiyi aradım. Zira eve girer girmez ilk kullanımın ardından rezervuarın su tutmadığını gördük. Tuvaleti temiz tutamamak büyük sıkıntı. Yazları yaşanan su sıkıntılarında bile tuvaleti temiz tutacak çözümlerin peşinde koştuk durduk. Ertesi güne randevu verdi. O yüzden evin temizlik işini erteledik. Gerçi ev çok kötü durumda karşılamamıştı bizi. Kapalı kaldığı süre boyunca akmamış, kokmamıştı. Pencere diplerinde birkaç sinek ölüsü ve pervazlara özensizce tutturulmuş zayıf örümcek ağları vardı o kadar. Verandaya da dokunmamaya karar verdim. Rüzgârın on dakika sonra her yeri yine toz toprak yapacağını biliyorum. Zira Bodrum'da kış, inşaat demek.
İstanbul'dan yanımda getirdiğim işlerimi, yeni bilgisayarıma kopyaladım. Günümün çoğu, alıştığım düzene göre bilgisayar ve programlarını ayarlamakla geçti. Arada Bülent aradı. Kahve içmek üzere gelip beni aldı. Ortakent'te Yerbasan Evleri içinde güzel bir kahve dükkânı varmış, oraya gittik. Hem hasret giderdik, hem sohbet ettik. Sömestri fırsat bilip çocuklarla Uludağ'a gideceklermiş. Gitmeden bizimle yemek yemeyi istemişler. Sonradan Ertuğ da geldi aramıza katıldı. Sohbet koyulaştı. Her şeyi Cuma'ya bağladık.
Bülent ile Bodrum güneşinin tadını çıkardık.
Typica / Yerbasan Evleri
Hülya dönmemişti eve geldiğimde. Sobayı yeniden hararetlendirdim. Levent Sevil aradı. Kaan aradı. Eda, Kerim yarın bisiklete binelim diye aradılar. Birkaç da mesaj düştü telefonuma hoş geldiniz diye. Evdeki hareketliliği görüp gelen Şef, peşinden Cesur ve hiç tanımadığım yeni bir köpek de kendilerini sevdirmek üzere uğradılar. Yeni köpek belli ki anne. Yarın öbür gün yavrular da çıkar ortalığa. Bahçeyi ebegümeci, iğnelik ve ısırgan otları bürümüş. Geçen kış dikilen ağaçların üzerleri tomurcuk dolu. Limonlar büyümüş. Bunları da hoş geldin’den saymanın bir sakıncası yok. İstanbul dönüşümüzün üzerinden 24 saat geçmedi ruhum rahatladı. Uzun bir aradan sonra kendim için yeniden mutlu oldum.
Her zaman alışveriş yaptığım pazarcım bana limon, mandalina satmaz. Zira sizin ağaçtakiler bitti mi diye sorar...
Hülya geldiğinde onun da arkadaşlarıyla karşılaştığı ve hasret giderdiği yüzünden belli oluyordu. Gülen bir kadınla yaşamak ne mutluluk verici. O olmasa olmazdı. Hem de hiç olmazdı. Sıkı sıkı sarıldık birbirimize. İşte o an duvardaki saat bizim için yeniden çalışmaya başladı...
Daha ilk cümleden beni de aldı içine yazdıklarınız. Size tuhaf bir ayrıntı vermek isterim. Yazlıklarda unutulan saatlerin çoğunlukla 11.30 13.30 gibi zamanlarda durduklarını gözlemledim ben! Sanırım bunun zayıflayan pilin son gücünü kullanması ve 6'dan sonra yukarıya tırmanamamasının etkisi var :) Fakat ilginçtir.. Bodrum'un yazını sevmem ama kışın birkaç defa uğrayıp çok sevmişliğim var. Yine de bizim az turistik Ege kasabamız (ki bize göre köydür hala) tabii benim için daha değerli, insan az, doğa bol.. Kışı sevmeyenlerdenim ama yağmur kar yağınca asla üzülmem, doğa için gerekli, biz biraz daha kalın giyiniriz olur biter... Değil mi? Evinize hoş geldiniz, zevkle okuyacağım yaşam ayrıntılarınızı..
2007 kış olabilir, tam hatırlamıyorum. O dönem Zebra’da çalışan arkadaşım Mehmet (Gözetlik), yeni işe başlayan sanat yönetmeninin kutlama mahiyetindeki ev partisine benim de katılmamı istemişti. Tanımadığım birinin evine davetlinin davetlisi olarak gitmeyi tercih etmesem de ısrarı karşısında pes ettim. Böylece o akşam ev sahibi Gökhan'la tanışmış oldum... Gökhan'ın mütevazi evinde dikkatimi ilk çeken şey, salonun duvarına boydan boya yazılmış, Arapça bir yazı oldu. Tabi anlamından önce bu geometrik tipografinin, evin dekorasyonuna bu kadar hakim kılınması beni etkilemişti. Karşısında insanı küçücük hissettiren devasa boyutta bir leke. Maalesef elimde bir fotoğrafı yok. (Daha sonra taşındığım Bebek'te, evin bir duvara boyadık.) Tıpkı Edirne Eski Camii'nin duvarlarını süsleyen devasa tasarlanmış hat yazılar gibi olduğunu söylemem yeterli sanırım. Edirne Eski Camii Duvarda, kökü Bizans’a dayanan "k'afto ta perasi" yani "bu da geçer" ol...
Bodrum Bulutların arasından kıvrak hareketlerle süzülerek ağır ağır yaklaştı. Kocaman gövdesinden yükselen deniz ve yosun kokusu keskin bir netlikte duyuluyordu. Yaklaştıkça büyüdü büyüdü. Oysa önceleri sadece uzak bir ihtimaldi. Kıpırtısız, yalnız ve sakin... Boz tepelerine kondurulmuş rüzgar güllerinin usul usul dönüşünü huzurla izlerdim. Etrafında dönüp duran rüzgarla, nefes alan bir balinaya dönüştüğünde donup kaldığımı hatırlıyorum. Hayranlıkla hareketlerini, yavaşça kıyıma yanaşmasını izledim. Üzerine çıktığımda beni (şarkı dediği gibi) bu lacivert ülkeye getirdi. Aylardan Ekim'di ve 25. günüydü... Bodrum'da hayatımızın bu fotoğrafla başladığına inanıyorum. İyisiyle kötüsüyle bir yılın ardından yüzümüz gülüyor Bugün, kendimin en güneyinde, sevdiğim kadınla beraber yaşıyorum. İkimiz de geride kalan ilk yıla bakıp Bodrum'da yaşamanın ne demek olduğunu daha iyi biliyoruz. Ne hayal etmiştik ve nasıl yaşar olduk? Bu yazıyla hem Bodrum’da geride kalan 1 ...
Doğma büyüme oralı olduğumdan olsa gerek “nerelisin?” diye sorduklarında, İstanbul yerine Bebek’liyim demeyi tercih etmişimdir hep. İstanbul ile en güçlü bağım, çocukluğum ve anılarım. Son zamanlarda yapamıyorum ama canım bir şeye sıkılsa, kaçtığım ilk yer hep Bebek olmuştur. Çünkü sahilde yürümek, neredeyse adım başı tanıdık görmek veya parkta oturmak iyi gelir... (iyi gelirdi diyelim.) Lakin bugün oralara arabayla gitmek ve park yeri bulmak için şerbetli olmak gerek. Üstelik park da benim çocukluğumda daha farklıydı. Şimdiki gibi güdük, renkli ve plastik kaydıraklar yoktu. Lucca'nın yerinde Türk Ticaret Bankası hizmet veriyordu. Bebek Koyu Bir semte yeme içme kültürü yerleşiyorsa, o semt tarihinin en köklü değişimine başlamış demektir. Cihangir, Nişantaşı gibi Bebek de kafeleri, restoranları ve büfeleriyle hızla değişti. Galata da benzer bir dönüşümden geçiyor. Bütün torna, aydınlatma vs atölyeleri minik cafe ve restoranlara dönüşüyor. Bebek Kahve bugünkü gibi ...
Selçuk Erez'in kitabının yeni basımını bilmiyordum, ben de alayım hemen.
YanıtlaSilhele bodrum'da yaşıyorsanız daha da anlamlı. yaşamıyorsanız da çok güzel bir kitap... tavsiye ederim.
SilDaha ilk cümleden beni de aldı içine yazdıklarınız. Size tuhaf bir ayrıntı vermek isterim. Yazlıklarda unutulan saatlerin çoğunlukla 11.30 13.30 gibi zamanlarda durduklarını gözlemledim ben! Sanırım bunun zayıflayan pilin son gücünü kullanması ve 6'dan sonra yukarıya tırmanamamasının etkisi var :) Fakat ilginçtir..
YanıtlaSilBodrum'un yazını sevmem ama kışın birkaç defa uğrayıp çok sevmişliğim var. Yine de bizim az turistik Ege kasabamız (ki bize göre köydür hala) tabii benim için daha değerli, insan az, doğa bol..
Kışı sevmeyenlerdenim ama yağmur kar yağınca asla üzülmem, doğa için gerekli, biz biraz daha kalın giyiniriz olur biter... Değil mi?
Evinize hoş geldiniz, zevkle okuyacağım yaşam ayrıntılarınızı..
Hoşbulduk! Ne güzel bir detay vermişsiniz. Vakit ayırıp paylaştığınız için teşekkür ederim. Sonraki yazılarda görüşmek dileğiyle...
Sil