Çıplak begonvil gövdesi gibiyim bir süredir. Kış uykusundan uyanamamış ya da uyanmış ama hala yataktan çıkamamış ama bir an evvel tomurcuklanmayı bekleyen. Bütün suçu bizi böyle olduğumuz yere mıhlayan soğuğa yıkmak mümkün. Çünkü peşinden insanı huzursuz eden bir kıpırtısızlık geliyor. Buraya geldiğimden beri ne yazıyor, ne de çiziyorum. İçimdeki isteksizliği, baharın gelmemekteki ısrarına benzetebilirim. Beni pas geçin kardeşim. Direkt yaza geçelim.
WIND from robert loebel on Vimeo. Bu film bu sene Bodrum'da yaşadığım kış mevsimini pek güzel anlatıyor.
Son 20 yılın en sert kışını yaşadığımız konuşuluyor. İstanbul'dan birkaç kıyafet takviyesine rağmen hayatımın en üşüyerek geçtiği dönem diyebilirim. Konu Bodrum ise çok ironik bir durum. Neyse ki buraya, buranın koşullarıyla bakmaya hızlı geçiş yaptım. Yoksa hala Yalıkavak'ın buz tutmuş yollarına neden tuz dökülmediğini soran İstanbullular kadar komik görünebilirdim. Haliyle benim Bodrum'daki hayatım, hayal ettiğim noktanın bir parça dışından başlamış oldu. Mesele sadece hava da değil tabi. İnsana hep çalışmadığı yerden gelen soru gibi, kiraladığımız ama bir türlü bitirilemeyen evimiz de o hesap. Yakaköy'de yaşamaktaki ısrarımıza yaslanarak, bir B planı da yapmadığımızdan sabırla tamamlanmasını bekliyoruz. Taşınamamış olmak en başta eşyalarımızın hala İstanbul'da olduğu anlamına geliyor. Bu durumda bisiklet üzerinde geldiğim eşyalarla idare ediyorum. Bu gecikmenin üzerimize usul usul yığmaya başladığı şeyin ne olduğunu hiç tarif edemem ama artık ağırlığını iyice hissediyorum. Buna da şükür demek gerek. Annemlerin burada bir yazlığı olmasa, geride kalan 6 ay hala İstanbul'da geçiyor olurdu ve bunu hiç istemezdim doğrusu. Çünkü her şeye rağmen son 6 ay hayatımda bir çok şeyi değiştirdi. Büyükşehir'de ancak hayal edebileceğim değişimler.
Bir türlü bitmeyen evimiz,
çok yavaş ilerliyor.
İçeride hala işi var ama...
... 5 aydır 15 gün sonrasına gün veriliyor.
Bir kere her ne kadar çok üşüsem de her gün uzun bir ufka bakıyorum. Kuzeye kucak açmış, içinde tüm rüzgarların döndüğü bir koydan izliyorum dünyayı. Doğanın, uzun kışa inat renklenişinin an be an içindeyim. Zaten rüzgarın müsaade ettiği nadir günlerde yapılabilecek en güzel şey, kendi içlerinde bahara dönmüş mimozaların, sabır otları, papatya ve çiğdemlerin arasında bisiklet sürmek. Sonra gelip üşümeye devam edebilirsin.
Oturduğum yerden baktığım manzara ve değişen resim
Evler yazlık olarak düşünüldüğünden klimayla ısıtmak neredeyse imkansız. Geçen ay 40 derece ateşle hastanelik olmamı buna bağlıyorum. Aynı durum Hülya için de vuku buldu. İkimiz de senkronize olarak öksürmeye devam ediyoruz. Belki de şu çökmek bilmeyen toz bulutunu soluduğumuzdandır. Malum buralarda inşaat sezonu. Her yerde vızır vızır iş makineleri çalışıyor. Hiç bilmeyen biri bu durumu ancak sis diye açıklayabilir. Püskül'ün son haftalardaki nefes problemini de buna bağladık bir süre. O da üşütmüş olabilirdi bizim gibi. Bunu işaret eden bir teşhisle tedavisine başlandı ve 1 hafta içinde de hayata gözlerini yumdu. Şimdi içimde derin bir boşlukla yaşıyorum. Biliyorum ki zaman bu boşluğu gittikçe doldurup üzerini örtecek.
Ne diyordum? Evler yazlık olarak düşünüldüğünden klimayla ısıtmak neredeyse imkansız. Yalıtımlar sıfır ve bunun karşılığı bol sıfırlı dudak uçuklatan elektirik faturaları olarak geri geliyor. Mesela, yan komşunun iki ay üst üste 1000 TL üzerinde elektrik faturası ödediğini biliyorum. Nem her evin derdi. Son 6 ayda rutubete kurban verdiğim televizyon, klavyem ve bir iki parça eşyayı örnek gösterebilirim. Ayrıca yukarıda dediğim gibi her yerde hummalı bir çalışma. Yollarda beton mixerlerinden, kepçelere, kamyonlardan, cam, doğrama, jeneratör vs taşıyan kamyonetlerle kadar trafik vızır vızır. Her yer toz, her yer toprak. Rüzgar her şeyi yüzümüze gözümüze çarpıyor. Mayıs 15'e kadar (inşaat yasağı başlıyor) yeni yapılan evler bir tarafa; çürüyenlere makyaj yapmak ve toparlamak üzere ev sahipleri buralara gelmeye başladı. Hepsini pazarda görebilirsiniz. Bir taraftan neyi kaça yaptırdıklarını anlatıyor, diğer taraftan yüzünü gözünü rüzgardan korumaya çalışıyorlar.
Yalıkavak pazarını da sıkı sıkı tutturmuşlar zemine. Tezgahları örten brandalar yelken olmuş, rüzgarla dolmuş. Sanırsın fırtına alıp götürecek pazarı, kim bilir nereye atacak? Belki Milas'a savurur belki de Rodos'a. Tilkişen 3 liraya düşmüş, enginar hala pahalı, köşedeki teyze "şunlardan da verem mi?" diye soruyor. Portakallar geçmiş, alınmaz. Tilkişeni de keşke bu tezgahtan alsaymışız bak diri diri... 4 elma, 5 patates, 3 de soğanla atıyoruz kendimizi minibüse. Kalkmasına 15 dakika, evde de İstanbul'a yetiştirilecek bir sürü iş var.
Pazar bereketi, insanları ve hareketliliyle bana iyi geliyor.
Pazardan alışveriş yapmanın en güzel yanı hem bu renkli insanları tanımak, hem de yeme alışkanlığını değiştirmek. Bilenler bilir benim hiç bir zaman mutfakla aram iyi olmadı. Bir şeyler yapmaya, pişirmeye hep niyetlendim ama ya konsantre olamadım ya da heves eşiğini geçemedim. Burada da durumun değiştiğini iddia edemem ama artık karnıbahar ve patlıcan yemekleri yapabiliyorum. Pazardan aldığım otları kavuruyor, Hülya'dan yemek yapmak üzerine öğrendiğim püf noktalarını kullanabiliyorum. Hatırlayamadığım şeyleri yine ona soruyorum tabi. Bir Bodrumlu nasıl besleniyorsa öyle besleniyorum kısacası. Oysa İstanbul'da her şeyi iş hayatım belirliyordu. Ne yiyeceğimi bile.
İş demişken Hülya ve benim için 6 aydır devam eden durumun tıkırında gittiğini söyleyebilirim. Hülya her gün yaptıklarının üzerine misliyle koyuyor. Resimlerine hayranlıkla baktığımı söyleyebilirim. Geçen bu süreyi hakkını vererek değerlendirdi. Başta sıkılacağından korkuyordum ama bugün yüzünü gülüyor görmekten çok mutluyum. Benim ise günlük iş listem e-postayla gönderiliyor ve mesai saatlerim içinde listeyi tamamlamaya çalışıyorum. Hatta İstanbul'dakinden biraz daha sıkı çalıştığımı söyleyebilirim. O yüzden hafta arası herhangi bir program yapamıyorum. İstanbul ile işlerin düzgün yürümesi konusunda hassasım. Yoksa burada gerçekten baştan çıkaran etkinlikler var. Özellikle korsan tur adı verilmiş Kızılağaç tarafına yapılan bisiklet turları. Bir gün kaytarma hakkım olursa onu burada kullanırım. Korsan turların ödülü mangal başına çökmek oluyor. Mangal başında rakıdan alınan ilk yudumun hazzını merak ediyorum doğrusu.
Yazıyı baştan okuyunca galiba 6 aydır arafta bekliyormuşuz gibi gözüküyor. Bence Bodrum'a alışmak için tanınmış makul bir süre. En zoruyla da test edildik sanırım. Sert soğuklar, güçlü fırtınalar, uzun elektrik ve su kesintileriyle sınavı 100 üzerinden 70 ile geçtiğimizi düşünüyorum. 30 puanı ise bir türlü alışamadığımız rüzgardan kırıyorum.
2007 kış olabilir, tam hatırlamıyorum. O dönem Zebra’da çalışan arkadaşım Mehmet (Gözetlik), yeni işe başlayan sanat yönetmeninin kutlama mahiyetindeki ev partisine benim de katılmamı istemişti. Tanımadığım birinin evine davetlinin davetlisi olarak gitmeyi tercih etmesem de ısrarı karşısında pes ettim. Böylece o akşam ev sahibi Gökhan'la tanışmış oldum... Gökhan'ın mütevazi evinde dikkatimi ilk çeken şey, salonun duvarına boydan boya yazılmış, Arapça bir yazı oldu. Tabi anlamından önce bu geometrik tipografinin, evin dekorasyonuna bu kadar hakim kılınması beni etkilemişti. Karşısında insanı küçücük hissettiren devasa boyutta bir leke. Maalesef elimde bir fotoğrafı yok. (Daha sonra taşındığım Bebek'te, evin bir duvara boyadık.) Tıpkı Edirne Eski Camii'nin duvarlarını süsleyen devasa tasarlanmış hat yazılar gibi olduğunu söylemem yeterli sanırım. Edirne Eski Camii Duvarda, kökü Bizans’a dayanan "k'afto ta perasi" yani "bu da geçer" ol...
Bodrum Bulutların arasından kıvrak hareketlerle süzülerek ağır ağır yaklaştı. Kocaman gövdesinden yükselen deniz ve yosun kokusu keskin bir netlikte duyuluyordu. Yaklaştıkça büyüdü büyüdü. Oysa önceleri sadece uzak bir ihtimaldi. Kıpırtısız, yalnız ve sakin... Boz tepelerine kondurulmuş rüzgar güllerinin usul usul dönüşünü huzurla izlerdim. Etrafında dönüp duran rüzgarla, nefes alan bir balinaya dönüştüğünde donup kaldığımı hatırlıyorum. Hayranlıkla hareketlerini, yavaşça kıyıma yanaşmasını izledim. Üzerine çıktığımda beni (şarkı dediği gibi) bu lacivert ülkeye getirdi. Aylardan Ekim'di ve 25. günüydü... Bodrum'da hayatımızın bu fotoğrafla başladığına inanıyorum. İyisiyle kötüsüyle bir yılın ardından yüzümüz gülüyor Bugün, kendimin en güneyinde, sevdiğim kadınla beraber yaşıyorum. İkimiz de geride kalan ilk yıla bakıp Bodrum'da yaşamanın ne demek olduğunu daha iyi biliyoruz. Ne hayal etmiştik ve nasıl yaşar olduk? Bu yazıyla hem Bodrum’da geride kalan 1 ...
Doğma büyüme oralı olduğumdan olsa gerek “nerelisin?” diye sorduklarında, İstanbul yerine Bebek’liyim demeyi tercih etmişimdir hep. İstanbul ile en güçlü bağım, çocukluğum ve anılarım. Son zamanlarda yapamıyorum ama canım bir şeye sıkılsa, kaçtığım ilk yer hep Bebek olmuştur. Çünkü sahilde yürümek, neredeyse adım başı tanıdık görmek veya parkta oturmak iyi gelir... (iyi gelirdi diyelim.) Lakin bugün oralara arabayla gitmek ve park yeri bulmak için şerbetli olmak gerek. Üstelik park da benim çocukluğumda daha farklıydı. Şimdiki gibi güdük, renkli ve plastik kaydıraklar yoktu. Lucca'nın yerinde Türk Ticaret Bankası hizmet veriyordu. Bebek Koyu Bir semte yeme içme kültürü yerleşiyorsa, o semt tarihinin en köklü değişimine başlamış demektir. Cihangir, Nişantaşı gibi Bebek de kafeleri, restoranları ve büfeleriyle hızla değişti. Galata da benzer bir dönüşümden geçiyor. Bütün torna, aydınlatma vs atölyeleri minik cafe ve restoranlara dönüşüyor. Bebek Kahve bugünkü gibi ...
Ahmet Hasim geldi aklima....belki araf, belki fotografin kizilligi, belki de kasvet arifesi...Neyse ki önümüz sicak.
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilKolay gelsin. Püskül'e üzüldüm.
YanıtlaSil“... ve 1 hafta içinde de hayata gözlerini yumdu...”
YanıtlaSilÖnü de gerisi de boş laf. Kimse kusura bakmasın.