Kötü niyetli biri

Sosyal medyada paylaştığım kimi fotoğraf ve videolarımın altına, içeriğinden bağımsız ve nadir gelen birkaç yorum, bu yazının konusu olsun istedim. Hem salgın gündeminden uzaklaşmış hem de Bodrum’dan bahsederek kendimi iyi hissetmiş olurum diye düşünüyorum.

O karelerde göze ilişen duvara asılı kürek, çapa ve baltanın güvenliğimiz için bir tehdit oluşturup oluşturmadığı soruluyor ve peşinden öneriler geliyordu. Öyle ya bahçe aletlerimiz çalınabilir, “kötü niyetli biri” biz yokken bu aletler marifetiyle eve girebilir hatta ve hatta evdeysek saldırabilirdi de…

Evde bahçe eşyalarımızı koyabileceğimiz bir yer olmadığından duvarlara asmak pratik bir çözüm oldu.
Fotoğraflarda pek çok detay inceleniyormuş meğer.

İstanbul’da 42 yıl yaşamış biri olarak -ki bunun en az 30 yılı kendimizi, ailemizi ve evimizi korumak adına gittikçe artan güvenlik önlemleri altında geçmiştir- çok iyi anlıyorum. Gerçi hafızamı zorlasam da çelik kapının hayatımıza ilk ne zaman girdiğini anımsayamam doğrusu. Çelik kapıdan önce kapı zinciri kullanılırdı. Günümüz önlemlerine bakınca zincir oldukça uyduruk bir şeydi. Hatta birkaç kez bizim çocukluğumuz yüzümüzden, babamın onarmak zorunda kaldığını hatırlarım. Vurur, çeker, kapı zincirliyken zorlar, saçma sapan oyunlara malzeme ederdik. Bir karış zincire, Tarzancılık oynamak üzere asılmak anca bir çocuk hayalperestliği olarak görülebilir (ya da salaklık). Fakat özellikle hava karardıktan sonra sarkan zincirine vurup, çıkardığı şakırtılı ses durana kadar odama koştuğumu belki de oyundan çok o yaşlardaki karanlık korkusuna bağlayabilirim. İnanırdım ki zincirin sesi beni koruyor. Yazınca fark ettim ki ister kapıyı tutsun ister bizim oyuncağımız olsun zincir tek başına beni güvende hissettiriyormuş.

Eh güvende hissetmek önemli zira doğduğumuz andan itibaren (koruma amaçlı da olsa) korkutularak büyüyoruz. Cız yapmak diye bir şey var mesela. Cız yetmezse şirin bir sesle “ee e yapıcam!” denilerek tokat göstermek var. Ebeveynlerin korku nakli diyorum ben buna. Kendi korkularını çocuklarına geçirme ritüeli. Bir diğer adıyla korkuyla kontrol etmek. Bizler büyüdükçe yeni düşmanlar yaratıldı ve bizimle büyümeye bırakıldı. Kendi kuşağımda öcüsüz büyümeyen çocuk yok gibidir. İlk düşman…

Peşinden iğne yapacak doktor, veririm bak denilen polisler geldi. Sokakta büyüdüğümüz için bizi eve sokmak için de düşmanlar yarattılar. Çingenelerin çocuk hırsızı olduğuna ve bizi kaçıracağına öyle inandırdılar ki çöpleri karıştıran herhangi birini gördük mü pırrr eve kaçıyorduk. Bilmemnenanım teyzeler vardı insafına bırakıldığımız. İçinde oynamamız istenilmeyen metruk bina hakkında ne cinli perili hikayeler anlatır, travmalar geçirtirdiler bize… Halbuki içeride yere soğan patates sermiş, domates kuruturlardı Bilmemnenanım teyzeler…

Zaman geldi düşman yaratma işini ailelerimiz değil hükümetler devraldı. Haliyle büyüdükçe düşmanlarımızı da değiştirdiler. Birbirimizden farklı olduğumuz, düşündüğümüz, inandığımız insanları koydular karşımıza yetmedi etiketler-bayraklar gösterdiler düşman diye. Dinler icat ettiler üstüne üstlük. Hep bir tehdit olsun ki korkalım…

Uzatmayayım, başta bahsi geçen “kötü niyetli biri” biz büyürken kafamızın içine oturtuluyor. Bizimle yaşamaya bırakılıyor. O ki korkularımızı ve şüphelerimizi sürekli kaşıyor. O ki bahçe aletlerimizi çalıyor, evimize giriyor ve bize zarar veriyor.

Bugün hala İstanbul’da yaşıyor olsaydım büyük ihtimal güvenliğim konusunda endişe etmeye devam ederdim. Çünkü büyükşehirlerde tehlike ve tehdidin arttığını düşündüren ve buna inanmamızı isteyen çok fazla şey var. Pencere, balkon hatta çelik kapı önüne ikinci bir demir parmaklık, alarm sistemleri, kameralar, akıllı sensörler, özel güvenlik görevlileri, x-ray cihazları, otopark bariyerleri vb. bir sürü şey korkumuzu sıcak tutmak üzere hazır ve nazırlar. Kendimizi her şeyden sakınır olmamız bu yüzden anormal değil. Kapı komşumuzu tanımıyor olmak bu yüzden eleştirilemez. Tipini beğenmediğimiz biri yüzünden kaldırım değiştirmek de anlaşılır bir şey. Çünkü tam da bunu yapmaya programlanıyoruz. Zira en kolayı uzaklaşmak, görmezden, duymazdan gelmek. Lakin bu stres ve yalnızlık ile yaşanır mı? Veya ne kadar yaşanır?

Etrafımızı sarmış her güvenlik işareti bizi korkmaya programlıyor.
Evet bu bir ihtimal.

Misal, Galata’da yaşarken -ailemin bana aktardığı korku ve önyargıları nedeniyle- daha önce yolumu değiştirdiğim tinercilerin aslında hiç anlatıldığı gibi bir tehdit olmadığını gördüm. İki yıl boyunca aralarından geldim gittim. Başlarda tedirgin oldum, yolumu değiştirdim. Zaman zaman canımı da sıktılar fakat bir nedenle konuştuğumda bizim korkularımızın onların çaresizliğini büyüttüğünü fark ettim. Asıl tehlike hep çaresizlikmiş aslında. Sevmek, kucaklamak yerine nefreti, ötekileştirmeyi, yok etmeyi koyuyoruz ne yazık ki… Sihirli kelime “tanımak”. Tanıdıkça anlıyoruz, tanıdıkça seviyoruz, tanıdıkça hakkında konuşmaya başlıyoruz. Tam tersinden bakmak da mümkün. Tanımadan seviyoruz, tanımadan nefret ediyoruz, bilmeden konuşuyoruz, hep biliyormuş gibi yapıyoruz…. Olmaz böyle… Her şeye yakın olmak, uzak durmamak gerekiyor.

İyi de ben neden kaçtım öyle değil mi? Neden uzaklaştım doğduğum şehirden, mahallemden, sevdiklerimden. Neden yerleştim buralara?

Bir an geliyor hepimiz, başka bir yerde yaşama fikrine kapılıyoruz. O tatilde pek mutlu olduğumuz, kendimizi iyi hissettiğimiz yerlerin bizi çağırdığını duyuyoruz. Bozcaada’nın ömür uzattığı, Kaz Dağları’nın berrak havasının sağlıklı olduğu, Ege’nin neresinde olursa olsun zeytinyağı tüketerek huzurla yaşlanacağımız vs boşuna söylenmez. Sorumluluklarımızın bizi yormaya başladığı 35’inden sonra çoğumuz Kaş’ta da yapabilirim, Bodrum neden olmasın? Didim’in sakinliği yeter demeye başlıyoruz. Dinlenmeye ihtiyacımız var. Bu neden benim için de geçerli.

Aynı zamanda korkmak da istemedim artık. Güvenliği geçtim; işimi zamanında yetiştirememekten, otobüsü kaçırmaktan, sevdiklerimin özel günlerini, verdiğim sözleri unutmaya başlamaktan korkmamalıyım dedim. Kafamı sürekli meşgul eden şeylerden kaçasım tuttu. Zaman benim olsun istedim. Pek zeki ve akıllı bir adam sayılmam. En azından bir sürü şeyi aynı anda yapabilen insanlardan olmadım. O yüzden bir kedi nasıl yaşıyorsa öyle yaşayayım istedim. Kuş olayım, ot olayım, böcek olayım. Kısacası ne kadar basit yaşarsam kalan ömrümün hakkını verebilirim diye düşündüm.

Yeni hayatımızın neredeyse altı yılını geride bırakıyoruz. Kendi adıma bu altı yılda epey basitleşti hayatım. Defalarca anlattım ama burada tekrarlamam gerekiyor. Bisiklet bu hayatın anahtarı oldu benim için. Bacaklarım izin verene kadar bisiklet sürmeye devam edeceğim zira Bodrum’a bir bisiklet yolculuğuyla geldim. Ondan sonra bisiklet kadar sadeleşti hayatım. Arabasız da yapılabileceğini gördük. Toplu taşıma işimizi zaten görüyordu. Bu sayede yaşadığımız mahalleyi, insanlarını hatta çiftlik ve sokak hayvanlarını bile tanıdık. Yeni komşularım, arkadaşlarım, dostlarım oldu. Tıpkı çocukluğumdaki gibi bir mahallede yaşıyorum. Evden çıkar çıkmaz selam verdiğim bir sürü insan var. Bakkala gidip dönene dek ayak üstü sohbet ediyoruz. Emine Abla’dan yumurta alıyorum. Mesut minibüsünün camından “görünmüyorsunuz!” diye sesleniyor. Bakkal girişinde çocuklar bisikletlerini gösteriyorlar. Ali Abi içerde uzun bir selam, hâl hatır faslını başlatıyor. Tıpkı çocukluğumdaki gibi.

Bak artık hava durumu için telefonuma bakmıyorum. Rüzgârı, nereden estiğini, bunun ne sonuç doğuracağını gökyüzüne bakarak okuyabiliyorum. Hala öğrenmekle birlikte toprakla uğraşıyorum. Her defasında üstüne biraz daha koyarak. Altı yıl evvel nereden bilirdim fidenin eski ayda dikileceğini. Benimkinin ağzı bozulmuş, çapayı eniştenin bahçesinden aldım da ektim. Ali İhsan Abi’nin boy boy küreklerinin nerede olduğunu biliyorum. Lazım olursa gel al der. Kendiminkilerini alana dek girdim halanın, komşunun bahçesine aletlerini kullanıp geri koydum. Şimdi benim malzemelerim bahçe bahçe dolaşıyor. Esirgemek olmaz, esirgersen yalnız kalırsın.

Benim “Kötü niyetli biri”m şehirde kaldı. Hala başkalarının zihinlerini meşgul ederek uzaktan karşıma çıkmaya devam ediyor. Ne zanlar ne sanmalar köpürtüyor kafalarda.

Yorumlar

  1. Uzak dursun..
    İçimizi açıyor fotoğraflar da yazı da yaşam tarzınız da :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. teşekkür ederim Sadece C. galiba şimdilik biz onlardan uzağız :) bodrum'dan sevgiler...

      Sil
  2. Yazınız üzerinde düşünülecek o kadar çok malzeme sunuyor ki. İnsanların bu detaylara dikkat etmesi ve kendinde uyarma hakkını görmesi nasıl yorumlanabilir bilmiyorum. Yazının büyük bölümüne katılıyorum aslında. Çeşitli kaynaklardan içimize korkular salınarak büyütülüyoruz. Öte yandan herkesin korktuğu şeyler bir çok nedenle birbirinden çok farklı. 27 yıldır İstanbul’da yalnız yaşıyorum, kendimi çoğu zaman hep güvende hissettim. Bildiğim, nereye ne zaman gidileceğine hakim olduğum bir yerde yaşıyorum sonuçta. Bir de tabii Ankara’da ve apartmanda büyümüş biri olarak kendimi hep kalabalık yerlerde ve apartmanlarda güvende hissederim. Ailem de aynı şekilde, hatta daha da katı bir şekilde. Muhtemelen kalabalık gelsek de sizin Bodrum’daki evde gece korkmadan uyumamız mümkün olmaz. En ufak tıkırtıda yerimden fırlarım. Kırda, ormanda, ıssız yerlerde evi olanlara hep hayretle bakmışızdır. İşin bir de yılna, böcek, akrep gibi detayları var. Saçma ve mantıksız gelse de insan alıştığı şeyleri istiyor. Buralardan yola çıkılarak epey bir psikolojik analiz yapılabilir. Konuyu İstanbul’da yaşayanların güvensizliğine bağlamanıza hiç katılmıyorum, o yüzden bir ses vereyim istedim. Işın

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. vakit ayırıp düşüncelerinizi paylaştığınız için teşekkür ederim. aslında tam da ikinci cümleniz üzerine yazmak istedim. elbette haklısınız istanbul'da yaşayanların güvensizliği üzerinden bir genelleme yapmak doğru değil. kendi deneyim ve gözlemlerimden yola çıkarak (istanbul'dan geldiğim için sanırım) bir değerlendirme yapayım istedim. yoksa işin uzmanı değilim. lakin bir bilenin mesela sosyoloğun değerlendirmesini dinlemek çok isterim. istanbul'da çalışırken öğleden sonraları çayla yemek üzere atıştırmalık almaya içinde market bulunan bir plazaya gitmek durumundaydım. bir büsküvi için dedektörden geçmek, güvenlik görevlisinin sizi bir kaç kere oradan tekrar tekrar geçirmesi ve yetmiyor olacak elindeki dedektörle üst araması yapması bana fazla gelirdi. kendimi her defasında bir tehdidin parçası olarak hissetmek kalp yakıcıydı. marketten dönerken üzeri dikenli telle çevrili sivri bahçe parmaklıkları da o kalp ağrısını artırırdı. buna hiç alışamadım. burada yaşadığım süre boyunca börtü böceğe ise alıştım. insanın daha zararlı bir mahlukat olduğuna iyice inandırmışlardır. bu konu daha çok su kaldırır elbet... yorumunuz için tekrar teşekkür ederim... Bodrum'dan sevgilerle Işın hanım...

      Sil
  3. Sevgili Coka
    Bazen size çok yazasım oluyor. Sizin blogunuzu zevkle takip ettiğim aşikar. Bu an o yazasım gelen anlardan biri. Siz alçakgönüllüce benimle aynı fikirde olmasanız bile cesaretinize imreniyorum. Hatta kendimde aynı cesaret yok diye hayıflanmıyorum desem, kandırıkçılık olur...
    İnsanın hayatını bildiği gibi yaşamasından daha güzel ne olabilir? Yada ne istediğini bilmesi.
    Genelde herşeyi olması gerek diye yapmaz mıyız? Ayrıca, yaaaaa ben be yapayım böyle gelmişşş böyleee gidiyorrr muhabbeti yok mu? ...
    Her neyse, amacım hayat dersi vermek değil, siz bildiğiniz gibi yaşayın, ayrıca lütfen paylaşmak istediklerinizi de bloğunuzunda paylaşın, ben zevkle okuyorum ...
    Insanları da anlıyorum, hepimizin hayata baktığı açı farklı, nasıl bakıyorsak öyle görüyoruz ...
    Sağlıcakla kalın,
    Yaşanmış hergün cepte kâr ...

    YanıtlaSil
  4. Uzun süredir takip ediyorum blogunuzu, fotoğraflara da bakıyorum, hiç farketmemişim baltayı :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu da geçer Ya Hu

Ege kralı…

Bodrum’da 1 yılın ardından