Köklere yolculuk

Bu uzun turun ilk bölümünü Pembe bir izin peşinde adıyla paylaşmıştım. Köklerimden, çocukluğuma uzanan bu yolculuğun ikinci bölümü, babamın doğup 6 yaşında ayrıldığı Tetova'dan başlayıp, İstanbul'a hareket edecekleri son nokta Selanik'te bitiyor. Bir sonraki yazıda paylaşacağım son bölüm ise Seçkin ile beni çocukluğuma, birlikte büyüdüğüm ve Atina'da yaşayan Mihail'e götürecek. Sizi bu turun ikinci bölümüyle başbaşa bırakıyorum. İyi okumalar!

İkinci Bölüm
MERAK

İstanbul'a beklenmedik şekilde çağırılmak bir yana zaten epey zamandır ayaklarım geri geri geliyor. Belki son üç yıl içinde geliş gidişlerimin sıklaşmasının da etkisi vardır. Ayda bir kere İstanbul'a gitmeyi kabullenmiştim fakat daha yıl bitmeden 14 haftayı tamamladım bile. Buna karşın özellikle çevremi baz aldığımda, izlediğim genel mutsuzluk da beni epey etkiliyor ve bu durumun bulaşıcı olduğunu çok iyi biliyorum. Mutsuzluk insanı çürütüyor doğrusu. Hayatına sadece elde edebilecekleri üzerinden anlam katmaya çalışmak, kurgulanmış bir alışveriş dünyasında mutluluk kovalamaktan başka bir şey değil. Son model bir telefon için kuyruklara girip tomarla para vermek, popüler mekanlarda görünme çabası, dönemin modası, bantta koşmak için kapalı ve ücretli salonlara tıkılmak, iyi hissedeceğim diye diyetler yapmak, ilk kez keşfedilmiş gibi pazarlanan detoks kürleri, duymak istediklerimizi söyleyen astroloji, yeni meslekler; şifacı, nefes, yaşam koçları, hayat mühendisleri... Dinin dönüştürülmüş hali evrenle iletişim, market raflarındaki kuantum kitapları, ihtiyaca göre çeşitlendirilen yoga ve bunun gibi paketlenip tüketime sunulan pek çok şeyin içinde mutluluk arıyoruz. İşler istediğimiz gibi gitmediği zaman için de Merkür gibi bir figür var ki suçu üstüne atalım. Hayatımda hiçbir şeyi bunlar üzerinden anlamlandırmaya çalışmadığım için bile mutluyum. Elbette herkes gibi ben de hayatıma bir anlam katmanın peşindeyim. Sadece satın alacaklarımla değil de elimdekilerle yapmayı tercih ediyorum. İşte zaten bunun için Üsküp'e gidiyorum ya... Aile köklerime dair bir şeyler öğrenmek, nereden geldiğimizi bilmek istedim. Hiç konuşmadığım, bakmadığım, sarılmadığım akrabalarımı tanımak iyi bir başlangıç sayılabilirdi. Güneşli ve pırıl pırıl bir günde vardık Üsküp’e. Heyecanımı gizleyemiyorum.

Büyük bir kutuyla yola çıkmak mantıklı değilmiş. Taşıması bir yana hareket etmek bile çok zordu.
Üsküp Havalimanı hatırası. Tur başlıyor!

Etap 1 / Üsküp-Tetova / 25 Ağustos
Sabah bisikleti uçağa götürmek, havaalanında koca paketle hareket etmek her ne kadar zor olduysa, Üsküp Havaalanı'nda her şey tam tersine kolay oldu. Bisikletler ayağımıza kadar getirildi. Bisikleti dağıtmadığım için Seçkin'in yaptığının iki katı kadar büyük olan kutu epey zarar görse de bisikletler ambalajlarından sağlam çıktılar. Eh bu benim ilk yurtdışı turum ve tabi ilk kez uçağa bisiklet veriyorum. Seçkin'in paketi gibi toplamak daha doğru olurmuş. Tekerleklerin söküldüğü, olabildiğince küçük bir kutuya koymuştu zira. Bisikletleri teslim alışımızdan yola çıkışımıza dek bir-bir buçuk saat geçti. Neşemiz de heyecanımız da artık iyiden iyiye yüzümüzden okunuyordu.

Bisikletler hazır olur olmaz çıktık yola.
Üsküp sınırları içinde bizi bir bisiklet yolu karşılıyor.

Havaalanı ile Üsküp arası 20-25 km ve düz. Kaçış izni vermeyen dar yolda Seçkin ile önlü arkalı Üsküp'e dek sürdük pisletlerimizi. Üsküp her köşesi heykellerle bezeli ve tam karnından Vardar nehrini geçiren güzel bir başkent. Bir ülke sanata ve sanatçısına verdiği değerle ışıldıyor, bu net. Bilmediğimiz bir yerden gelen klasik müzik meydana dolarken her ne kadar kültürlerimiz benzese de başka bir memlekette olduğunuzu hemen anlıyorsunuz. Bizde heykellere tükürülür, müstehcen bulunur hatta ucube ilan edilir. Burada ise iyi hissettik kendimizi.

Ben video çekedurayım, Seçkin turu fotoğrafladı. Bu yazıda göreceğiniz fotografların çoğunu Seçkin çekti.
Heykellere tükürülmez
Üsküp güzel bir şehir

Bu bütünlüklü tabloya rağmen Üsküp'ün tamamen bir proje olduğu da biliniyor. Yunanistan'ın vetosuna rağmen Avrupa Birliği'nin bir parçası olmayı bekliyor. Fakat ülkenin kendi içindeki bölünmüşlüğünü de hissettik. Mesela şehri bölen Vardar nehri Arnavut ve Müslümanlar ile Hristiyanları ayırmış. Biz bu ayrımı Tetova'da daha keskin şekilde görecektik. Önümüzde 60 km ve hava kararmadan öncesine çok az bir zaman vardı. Havaalanından çıktığımız andan itibaren, Üsküp'te harcadığımız zamanı da eklersek 3 saati geride bırakmıştık. Her şey bir tarafa, sahibiyle hiçbir şekilde anlaşamadığımız mekanda yediğimiz köfte ilk günün unutulmazları arasına girdi. Sanırım içinde rezene vardı. Neşemiz yerindeydi.

Yemek molası... Üsküp biraları masada...
Neşemiz yerinde. Az sonra masaya düşecek köftelerle bu neşe katmerlenecek.
Bu tren yolu bizi Tetovo'ya götürüyor.
Babamların göç sırasında bu yolu kullandıklarını düşündüm yol boyunca
Seçkin ile yolun ve doğanın tadını çıkardığımız saatler

Üsküp'ten sonra yol boyunca takip ettiğimiz tren yolunda ara ara duyduğumuz güzel kokulara dalınca aklıma babaannem geldi. Onun da çok güzel koktuğunu hatırladım. Koku başka bir hafızayı çalıştırıyor. Daha derinden hatıraları bulup çıkarıyor. Duyduğum koku güçlendikçe babaannemin yanımızda olduğunu düşündüm. Birkaç kez burnumun direği sızladı. Güneşin batışına, sessiz bir yolculuğa dönüştük. Seçkin de ben de birer zincir sesiydik kızıla boyanan. Güneş karşımızda usulca batarken, tur öncesi yaşadığım stres, gerginlik vs göğü saran kıpkırmızı rengin içinde kaybolup gitti. Tek derdim, yeni sele ve karnımdaki şişlikti... Havanın kararıyor olmasını da henüz dert etmedik. Kafa lambalarımızı taktık, ışık olduk...

Son 10 kilometre kala lambamın zayıflayan ışığı gibi güçsüzleşti bedenim. Galiba daha ilk günden şalteri indirmek üzereydim... Pedal çevirmeyi durdurdum. Yaklaşık 15 dakika dinlendik sanırım. Babamın yolda tüketelim diye verdiği kuru kayısılardan ağzımıza attığımızda hava da iyice kararmıştı. Tetova'ya varınca daha soyadımı taşıyan oteli arayacaktık. İşimiz çoktu...

Tetovo Meydanı. Saat 22:00 olmak üzere ve daha oteli arayacağız.

Mamafih, Tetova'ya yorgun argın varıp oteli aramaya koyulunca anladık ki Coka diye bir otel yokmuş. Daha doğrusu otelin adı Lirak olarak değişmiş. Amcam her ne kadar var diye ısrar etse de, buraya son gelişinden beri 15 sene geçmiş! Hotel Lirak'ın sahibi Sadi Coka'ya, ki kendisi akrabamızmış, not bıraktık. İngilizce bilmeyen resepsiyon görevlisi ne kadar anladı bilmiyorum. Zira kaldığımız süre boyunca hiçbir isteğimizi gerçekleştiremediğini de peşinen söyleyeyim. Otel'e giriş yaptığımızda saat 22:00'yi biraz geçmişti. Yemek yemeden odamıza çekildik. Ertesi gün akraba ziyaretlerinin yanı sıra, babamın doğduğu evi görmeye gidecektik. Bunları düşünürken uykuya dalmışım.




Rauf, Şeref, Sabaydin
Loş odaya perde arasından sızan öğle ışığı yatağın kenarındaki sehpaya düşüyordu. Üzerinde yarısı su dolu pipetli bir kavanoz, birer kiloluk 2 ağırlık ve el yayları vardı. Rauf Dayı 26 yıl önce geçirdiği trafik kazasında sadece belden aşağısını kaybetmemiş, eşi ve çocuklarından birini toprağa vermişti. O elim kazadan kızıyla kurtulmuş olsa da "çok zor!" diye tarif edebildi. Boğazda düğümlenen sözcükler uzun sessizliklerin arasında kaybolup giderken, arkamda dizili kitaplar, duvarlarda asılı resimler, masa üzerine dağılmış kağıtlar başka bir hikayenin içinde olduğumuzu anlatıyordu. Kapıda bizi karşılayıp içeriye alan Şeref Dayı bakıyordu kardeşine. "İyi şimdi, te ünceden sırtında vardı bir yara!" O yara ömür kısaltır, alem değiştirir dendiğinden Norveç'te yaşayan diğer kardeşi de Tetova'ya gelmişti. Tüm kardeşler bir aradaydı. Babaannemin kız kardeşinin çocukları....

Şeref, Rauf ve Sabaydin dayılar

Babam mı, biz mi aradık hatırlamıyorum. Lakin konuşmanın derinlerine giremeden, daha en başında "Ne güzel ailem var değil mi? Onları çok özledim" der demez babamın hıçkırıklara boğulması herkesi derin bir sessizlikte bıraktı. Yer çekimsiz ortamda gibiydik. Perdeden sızan ışığa tutunmuş toz zerresiydik sanki. O kokuyu yeniden duydum. Babaannem'in kokusunu... Babamla başka cümle de kuramadık. Hıçkırıklar arasında telefonu kapattım. Her ne kadar gizlemeye çalışsam da için için ağladım. İçimde bir yerde babam hala ağlıyordu. Bu durum gün boyu peşimi bırakmadı. Göz yaşım aktı durdu.

Tetovo Alaca Camii
Tetovo ikimize de çok tanıdık, bildik bir yer havası veriyordu.

Tetova'da Makedonya bayrağından çok Arnavutluk bayraklarının dalgalandığını görmüştük. Ülkede bir başıboşluk olduğunu konuşmamız esnasında Rauf Dayı da durumu doğruladı. Yakın zamanda bu toprakların karışacağına işaret etti: "Bölünür..." Zira bayraklı propaganda, cami minarelerinden açıkça görülebiliyordu. Arnavutlar, Makedonya'da ayrılıkçı olarak görülüyor. Milliyetçi siyasi tırmanış da her şekilde hissediliyordu doğrusu. Sonuç olarak milliyetçiliğin ve dinin gerginlik, kavga ve savaştan başka bir şey getirmediğini bir kez daha görmüş oldum. Hatta bir adım daha ileri gidiyorum, yurt dediğin bir avuç topraktan çok, aynı kaderi paylaşan insanların ta kendileri. Onlarla aranda bir bağ olmadığını düşünsen bile tarif edemediğim bir duygu gelip sana koca bir düğüm atıyor... Biraz geçmiş, biraz siyaset konuştuktan sonra Rauf Dayı'yı daha fazla yormamak üzere yanından ayrıldık.

Popova Shapka'da Seçkin'i kadraja aldım. Burada başladı ve epey Arnavutça, Makedonca kelime öğrendi. Ben de ondan çok şey öğrendiğimi tur sonunda anladım.
Öğle yemeğine Sharri'ye geldik
Salıncakta fotoğraf fantastik olur dedik, olmuş sahiden de

Norveç'te yaşayan üçüncü kardeş Sabaydin Dayı, Seçkin ile beni yanına alıp Popova Shapka'ya çıkardı. Burası bir kış tatili merkezi. Büyük yatırımlar yapılmış fakat yanlış hatırlamıyorsam 2 senedir kar filan yağmamış. Aşağıda yarım kalan konular burada konuşuldu. Aile, ülke gündemi, yaşadıkları Norveç... Laf arasında söylediği bir şey var: "Eğer dünyada gerçek Müslüman arar isen Norveç'e bakajisin!" Uzun uzun onların nasıl yalan bilmediğini, hep karşısındakinin iyiliğini düşünerek hareket ettiğini anlattı. "Ne zaman ki Norveçli kelime-i şahadet getirir o zaman dünyada Müslüman kalmaz, büle bilesiniz...." deyip konuyu kapattı.

Sabaydin Dayı Norveç'te yaşayan kardeş. Bugün bize etrafı gezdirdi.

Öğle yemeğimizi yedikten sonra dedemin büyüdüğü köy olan Rasadishte'ye geçtik. Dedem doğmadan babası, doğduktan sonra da annesi ölünce bu köydeki akrabalarının yanına verilmiş. Bu arada babaannemin de öksüz büyüdüğünü öğrendim. Köyün iki mahallesinden birinde Bektaşiler, diğerinde ise Cuko (Juko) ismi verilen bir kabile yaşıyor. Kabile diyorum zira hikaye bana böyle aksettirildi. İşte dedem bu mahallede büyümüş. Zamanım olsa bu iki mahalle arasında nasıl bir ilişki olduğunu da araştırırdım. Kız alıp vermiş olmalılar, zira bizim ailede Bektaşilik de varmış. Tabi o zamanki dini ve siyasi koşulların topluluk üzerinde nasıl bir baskı yarattığını bilmiyorum ama hayal ettiğim gibiyse Rasadisthe renkli bir yer olmalı. Kustirica filmleri gibi renkli, müzikli, aykırılıkların kucaklaştığı tepede bir köy hayal ediyorum. İşte soyadımız da bu Cuko isimli kabileden mirasmış.

Dedemin büyüdüğü Rasadisthe köyü Tetova'ya tepeden bakan bir yükseklikte
Ama doğru ama yanlış, dedemin büyüdüğü ev olması büyük ihtimalmiş.

Günün kalan kısmında Şeref Dayı'nın evinin bahçesinde çocuklarıyla tanıştık. Çocuk dediğim, akranız ve hepsinin eşleri ve çocukları var. Ne güzel insanlar diye uzun uzun izledim hepsini. Neşeli bir aile masasının etrafında gazozlarımızı, ekşi sularımızı içip, meyvelerimizi yedik. Buraya kesinlikle tekrar gelmeliyim diye düşündüm hem de babam ile birlikte.

Tetovo

Babamın doğduğu evi de görmeye gittik. Fakat o ev artık babamın doğduğu ev olmaktan çıkmış. Bunu tur sonrası fotoğraflara bakan babamdan öğrendim. Birkaç sene evvel kardeşimle gittikleri Tetova gezilerine katılsaydım, evin bozulmamış halini ben de görecektim ama geç kalmıştım. Yine de burada olmak, babamın çocukken o sokak aralarında koşuşturduğunu bilmek bana tarif edemeyeceğim bir duygu yaşattı.

Babamın tarifine göre un fabrikasının yanından geçen dereye kıyı karşıdaki evde doğmuş.
Soldan ikinci ve üzerine kat çıkılmış ev. Tabi babamın anlattığı gibi olmaktan çok uzaktı. Epey değişmiş.
Tetovo'da yanlış hatırlamıyorsam iki büyük Bektaşi tekkesi varmış ve biz birini gezme fırsatı bulduk.
Osmanlı'dan kalma her detay özenle korunmuş.
Biraz görünüyor ama her yerde Arnavutluk bayrağı dalgalanıyor. Makedonya'da değiliz gibi.
Çay bahçesinde son akşam
Yarın yolumuz uzun. 140 km var önümüzde!

Daha fazla uzatmayayım. Zira ikinci etap için dinlenmemiz gerekiyordu. Benim planıma göre 1600 metreye tırmanıp, 159 km yol yaparak Ohrid kıyısına inecektik. Sabaydin Dayı'nın tarifiyle Seçkin, rota üzerinde küçük bir revize yaptı. Mavoro Ulusal Parkı'ndan değil de Kichevo yolu üzerinden gidersek yolumuz 20-30 km kısalıyordu.

Etap 2 / Tetova-Struga / 27 Ağustos

Yol uzun olunca erken kalktık kalkmasına ama resepsiyondaki kişi ile anlaşamayınca bisikletleri kilitlediğimiz depoyu açtıramadık. Mümkün değil anlamıyorlar. Bu anlaşmazlık bize 1 saat kaybettirdi diyeceğim ama kahvaltıyı otelde yaparak yolda harcayacağımız zamanı geri aldık. Bisikletler kurtarılıp, pedal basmaya başlayınca her şeyi unutuyor insan. Yol hemencecik iyi geliyor.

Günün ilk 40 km'si Gostivar da dahil düzdü. 8:30 gibi çıktık, otobana paralel yolu izleyerek küçük köylerin içinden geçtik. Bir gün dinlenmek de iyi gelmişti hani. Yeni bisiklete de iyice alıştığımı fark ettim. Daha rahat hareket edebiliyordum.

Tetova'dan itibaren Arnavutluk'taymışız duygusu hiç peşimizi bırakmadı. Hatta Ümraniye'nin dış mahallelerinden geçiyormuş gibiydik. Ben bu tanıdık duruma takılmışken, içinde tek bir ağaç olmayan mezarlıklar da Seçkin'in dikkatini çekti. Hiç bu kadar çok mezarı bir arada görmediğimi söylemem gerek. Belki de ağaçlara yer bırakmayan mezar taşları, camilere asılmış Arnavutluk bayraklarını dalgalandıran rüzgarın kendisidir. Hissettiğim, köpüren bir öfkenin içinden geçtiğimizdi...

İlk etaba oranla biraz daha tempoluyuz bugün.
Gostivar'da çay molası verdiğimiz kahvenin yanındaki ev. Sağındaki çirkinlik ise Türkiye'den bir üniversitenin binası.

11:00 gibi vardığımız Gostivar neredeyse Türk şehri. Durup çay içtiğimiz yerde insanlarla Türkçe konuşmanın lüksünü yaşadık. Orada da "Deli misiniz!" diyerek yolculuğumuzu takdir eden kişiler oldu. Her gün aynı şeyleri yaparak koca bir ömür geçirmek daha büyük delilik oysa. Çaylar şirkettendi. Yola devam ettik.

Yolda olmak, bir yere varmayı başarmaktan daha heyecan verici
Arada gizli saklı köyler de varmış bak!
Tırmanış ve sıcak kendini hissettirmeye iyiden iyiye başlıyor.
Gostivar ile birlikte 20 km tırmanacakmışız meğer. Mavoro Ulusal Park kavşağından zirveye 11 km daha var.

Günün 2. yarısına varmadan tırmanış başlıyordu fakat revize ettiğimiz rotanın bizi kaç metreye çıkaracağını bilemiyorduk. Zirveye varana dek arada herhangi bir mola noktası olmadığından su problemi yaşadık. Hatta bir ara durup suluğumu yukarı tırmanan arabalara göstererek su bile istedim. Meğer zirveye 150 metre kala durmuşum. Benden önde seyreden Seçkin merak edip geri gelince tepede cennetin olduğunu müjdeledi.

Cennete son 35 metre... Bu susuzluktan ve bir süreliğine sele ağrısından kurtulmak demek.

Gostivar'dan itibaren tırmandığımız 20 km'nin son 11 km'si neredeyse sabit %7 eğimle tamamlanınca zirve gerçekten de bir cennetti. Harika bir doğa içinde 1230 metreye çıkmışız. Ayrıca Arnavut bölgesini ardımızda bırakmıştık. Uzun sayılabilecek bir molanın ardından kendimizi Kichevo'ya uzanan derin inişte bulduk. Yolun her pürüzünü hissederek, rüzgarı yara yara tırmandığımız dağın eteklerine indik. Bisikletim bana şarkı söylüyordu.

Bundan sonrası galiba daha kolaydı, güneş iyice yatınca tırmanılan yeni tepeler daha insaflı hale geldi. Güzel bir yol, nefis bir doğa, rastlanan birkaç küçük köy, minik molalar verdiğimiz benzin istasyonları... Bu molalar aynı zamanda Seçkin'in telefon üzerinden kalan yolu hesaplamasına imkan verdi. Hangi köyden geçeceğiz, nerede dönüş yapmamız gerek gibi bilgiler en az içtiğimiz kahve, yediğimiz kayısılar kadar kıymetliydi. Neşem ve gücüm yerindeydi ama son 55 km kala bu etap nasıl biter dediğimi iyi hatırlıyorum.

Struga kıyısından Ohrid Gölü
Seçkin'in karelediği bu fotoğraftaki tekneler gibi dinlenmeye çekileceğiz biraz sonra


Alacakaranlıkta vardığımız ve etabı tamamladığımız müjdesini veren Struga'dan süzülerek geçerken 140 küsur km'yi ardımızda bırakmanın gururunu yaşıyorduk. İki gece konaklamayı planladığımız Rino Camping, Ohrid Gölü kıyısına kurulu sakin bir yerdi. Seçkin'le "Hoşgeldin!"leşerek günü kapatırken, turun en sert ve en uzun etabının tüm yorgunluğu gölün duru sularında bir anda eriyip gitti. Çadırlarımızı bir çırpıda kuruverdik.


 Bu bahsi kapatalım
"Gitmişken şurayı da gör", "Bizim için şunu da ye", "Şuraları görmeden gelme" gibi güzel önerileri ne yazık ki tamamen es geçtik. Tanıdığım tanımadığım bir sürü kibar insan pek çok güzel öneriyi peş peşe sıralasa da bu kafamızda ancak bir gürültüye dönüştü. Ayrıca bize keşfedecek bir şey bırakmayacaktı. Biz de kulaklarımızı tıkama yolunu seçtik. Kaldı ki bu turun amacı gezip görmekten çok yolda olmak ve bir planı gerçekleştirmek üzere iki nokta arasını kat etmekti. Öyle de oldu. Günde ortalama 100 km yaptıktan sonra zaten sağı solu görecek, bir lezzetin peşinde önerilen lokantaları aramaya gücünüz kalmıyor. Yani bu yazı, tekerin döndüğü yöne çok da bir şey bilmeden pedal basan iki kişinin öyküsünü anlatıyor. "Bu bahsi kapatalım!" meselesi aynı zamanda yol boyunca hem çok eğlenceli bir şaka, hem de pek faydalı bir oyun oldu. Zira gereksiz konuları tartışarak zaman kaybetmemizi engelledi. Yazının ilerleyen bölümlerinde unutmaz isem değineceğim... Hazır Ohrid kıyısında konaklıyorken söyleyeyim, önerildiği üzere gölde yüzmedik...

Recovery Day / Struga-Ohrid-Struga / 28 Ağustos
Deliksiz uykunun ardından bu güzel kamp yerini gündüz gözüyle değerlendirmek isterim. Rino Camping'te çok büyük bir alan bulunmamasına rağmen misafirler birbirlerinden makul uzaklıkta ağırlanıyorlar. Sezonu nasıldır bilemem ama bizdeki gibi insanları dip dibe tatil yaptıralım gibi bir anlayış yok. Eğer alan yeterli gelmez ise 800 m ötede zaten 2. bir kamp alanları daha var. Ortalık kalabalık olmayınca, duş ve tuvaletlerin evlerimizdeki kadar temiz olduğunu söyleyebilirim. Özetle titiz bir kamp yeri. Basit konuşlanmışlar, basit kurgulamışlar, basit işletiyorlar. Küçük mutfağından lezzetli tabaklar çıkıyor. Bizim dışımızda arabalarıyla gelip çadır kuran 2, karavanla gelen 3 aile vardı ve herkes göl kadar sessizdi. Ailelerin küçük çocukları bile...

Kampta en erkenci biziz
Ben su sesinin tadını çıkarırken Seçkin deklanşöre basmış
Çadırlar göle sıfır. Deliksiz bir uyku çektik doğrusu. Bugün de burada kalacağız.
Ohrid Gölü'nün sakinliği bir tarafa, huzur ve mutluluğun sırrını bilen bir bilge gibi.

Kahvaltının ardından boş bisikletlerimize atlayıp Ohrid'e doğru pedal bastık. 20 gidiş, 20 dönüş günü 40 km ile tamamlayacaktık ki bunun yararı ertesi gün anlaşılacaktı. Kıyı boyunca önce Struga'yı geçtik. Ohrid gölü burada bir nehri besliyor. Dün akşam geldiğimiz ve şimdi üzerinden geçtiğimiz köprü üstünde bir sahne vardı ve geçişe kapalıydı. Şiir günleriymiş... Demek biz çadırlarımızı kurarken insanlar şiir dinliyorlardı nehrin üzerinde...

Kıyıda zaman zaman birbirini takip eden şahsa özel küçük bahçeler dikkatimizi çekti. Kiminin içinde sadece bir masa sandalye, kiminin içinde minik bir kulübe bulunan bu bahçeler, çevre illerde yaşayıp hafta sonu dinlenmek, balık tutmak isteyen sahiplerini ağırlıyordu. Lüks yok, gösteriş yok, göl kadar sakin, yol kadar pürüzsüz o bahçeleri bir bir ardımızda bıraktık. Ana yola paralel bu kıyı yolunu takip ederek Ohrid'e vardık.

Herkes gibi sokaklarını dolaştık, bir yerde oturup pizza yiyip bira içtik ve tabi bol bol fotoğraf çektik. Aslında bu işi daha çok Seçkin yaptı diyebilirim. Pizzanın üstüne, karanlık küçük bir pasajda doğru yeri bulup nefis birer triliçe bile yedik. Yanında ben limonata içerken, Seçkin de bildiğimizden daha sulu soğuk bir bardak boza denedi. Karnımız güzel şeylerle doyunca ne de mutlu oluyorduk!

Bu yazı için fotograflara tekrar bakınca şunu diyesim geldi "Ne şahaneyiz!"
Ohrid
Mütemadiyen video çektim. Seçkin de video çekerken fotoğrafımı çekmiş. Çekim içinde çekim.

Bu güzel göl kasabası turistik olması vesilesiyle tahmin edileceği gibi kalabalıktı. Binalar, satıcılar, hediyelik eşyacılar, turistler filan derken genelde çok tanıdık bir yerde dolaştığımı düşünürüm. Bu da dikkatimi dağıtır. Özetle turistik yerler dünyanın her yerinde hemen hemen aynıdır benim için. Fakat Ohrid'i güzel kılan her bir yanda dikkat çeken basitliği oldu. Ülke her an karışacakmış gibi hissettirse de burası tam tersine sakindi. Herkes, her şey gölün karakterini almıştı galiba.

Ohrid sokaklarında iki Bodrumlu
Bugünü böyle geçirmek bize, 140 km yoldan sonra çok iyi geldi.

Dolaşmayı bitirirken ertesi gün kahvaltı edeceğimiz kahveyi bile bulduk. Zaten kahvenin bulunduğu sokak küçük bir Türk sokağıydı... Epey dolaştık, vakit geçirdik. Galiba bugün tek yapmadığımız da Ohrid Kalesi'ne çıkmaktı.


Herşeyin olduğu gibi korunduğu tatil beldeleri daha çekici oluyor. Bizde ne hikmetse zaten çekici olan bölgelere beton dökerek çekim merkezi yaratıldığı düşünülüyor.
Ohrid kendini hiç bozmamış desem illa ki doğru söylüyorumdur.
Ohrid Struga arası 20 km.
Kamp alanını biraz geçtikten sonra mağara içine oyulmuş bir kilise olduğunu keşfettik.
İçeride fotoğraf çekilmesi yasak olsa da bu kare blogtaki yerini aldı...


Etap 3 / Struga-Bitola / 29 Ağustos
Çadırın üstünde çıtır çıtır gezinen yağmura uyandım. Oraya buraya astığımız çamaşırları toplamak üzere dışarı çıktığımda da hava daha aydınlanmamıştı. Saat 5:30'du ama gökyüzünde kümelenen bulutlar seçilebiliyordu. Önümüzdeki bir iki gün havanın bulutlu, rüzgarlı ve bir ihtimal yağmurlu olacağı evvelki gece yemek masasında konuşulmuştu. Fakat Seçkin en kestirmeden 'bu bahsi kapatalım' deyince mevzu değişti.

Yağmur habercisi rüzgara teslim ettiğimiz çamaşırlarımız çabuk kurumuştu. Çiseleyen yağmurla nemlenmeden toplayıverdim. Gölün üzerinde bir yerlerde, bulutların içinde ışıklar parlasa da öfkeli bir homurtu duyulmuyordu. Kucakladığım çamaşırlarla bir an durdum. Kendimi rüzgarın huzur veren dokunuşuna bıraktım. Seçkin de uyanmıştı. Çadırları toplayıp yola çıkmaya hazırlanabilirdik. Zira bundan sonra turun spontane bölümü başlıyordu. Şunu demek istiyorum. Tetova ve Ohrid'de kalacağımız yerler önceden belliydi. Bundan sonra gece nerede kalacağımıza ya yolda ya da vardığımız noktada karar verecektik. Bisikletler hazırdı...

Ohrid'de çay-bürek kahvaltısı

Ohrid'e doğru mecburi 20 km'lik bir sürüşün ardından, dün belirlediğimiz kahvede oturup Seçkin'in sorup bulduğu nefis börekleri yedik. Peşinden turun en güzel tırmanışlarından birini yaptık. Bizi Bitola'ya taşıyacak vadiyi bir çırpıda geçtik. Burada yoğun flora hem yemyeşildi hem de bize eşlik eden nefis bir manzara sunuyordu. Dünkü kısa sürüşün bugünü nasıl etkilediği üzerine de konuştuk hatta. Ağaçlar, kokular, hava, yol her şey önceden yazılmış bir senaryoyu takip edercesine kusursuzdu. Rüzgar sürüşü etkilemese de gün boyu bulutları bir oraya bir buraya sürükledi durdu. Tepemizde dans ediyor gibiydiler. Yolda minik atıştırmaları saymazsak yağmura yakalandığımızı da söyleyemem. Bizi Bitola'ya tatlı bir eğim (iniş) taşıdı... Dragor nehrine eşlik ederek şehir merkezine ulaştık. Bitola ülkenin en büyük ikinci şehri olmasının yanı sıra turun Makedonya ayağının bittiğinin de habercisiydi. Ertesi gün Yunanistan'a geçecektik.

Bugün de şansımız %6'dan açıldı
Seçkin sık sık yol manzaraları fotoğrafladı. Görünüşe göre yağmur önümüzden devam ediyor.
Ara sıra atıştırsa da bu hava daha çok rüzgarlıydı.
Fazla bir yolumuz kalmadı.
Bu fotoğraf çekilirken duyduğum gururu hatırlıyorum.

3. etap itibariyle de yolların dar ve kaçabileceğimiz boşluklara sahip olmadığını söyleyeyim. Genel olarak önlü arkalı tek sıra sürdük bisikletlerimizi. Bu yolu ortak kullandığımız tüm araçlar da en az bizim kadar dikkatliydiler zira arabadan tıra hemen hemen her araç yanımızdan geçerken şerit değiştirdi. Bu karşılıklı saygı şu ana dek her şeyi güvenli kılmıştı.

Hotel El Greco. Yeşil tenteli kafenin üstü.
Burada gecesi 10 Avro'ya kaldık
3 odalı küçük bir otel
Bu da balkon manzarası

El Greco, Bitola'nın en güzel caddesi üzerinde bulduğumuz butik bir oteldi ve henüz 3. etabı tamamlamışken kaldığımız en iyi yer olarak ilan ettim. Çok kibar ve beyefendi bir genç işletiyordu. Bisikletlerimizi de odaya almamıza müsaade etti. Otel binası, odaların özgünlüğü, dekoru filan laflarken duş ve çamaşır işini hallettik. Vaktimiz vardı ve kendimizi dolaşmak üzere dışarı attık.



Güvenlik
Tur boyunca konaklama noktalarında kendi güvenliğimizden sonra önem verdiğimiz ikinci konu bisikletlerimizin güvenliğiydi. Mesela Tetovo'da bisikletleri koymamız için otel deposunu göstermişlerdi. Rino Camping'te ise sahibi şakayla karışık "Merak etmeyin bir şey olmaz, burası Türkiye değil" diye takılınca bisikletlerimizi kilitlemedik bile. Bitola'da odaya çıkarmamıza izin verdiler. Kısacası tur yoldaşlarımız için güvenlik sıkıntısı, çalınır korkusu neredeyse hiç yaşamadık.

Okuduğum birkaç tur bloğunda çoğunlukla köpek tacizlerine yer verilmiş olsa da biz neredeyse hiç yaşamadık. Neredeyse diyorum zira ertesi gün geçeceğimiz Yunanistan sahanlığının ilk 10 km'sindeki 3 uzak temas ısrarlı havlamayı da tacizden saymaya gerek yok. Fakat saysaydık, köpek saldırılarına karşın hiçbir tedbirimiz yoktu. Tek yapacağımız bisikletten inip olduğunca sevimli seslerle "biz dostuz" demek olurdu. Bıçak, köpek kovucu, göz yaşartıcı tüp gibi şeyler yanımızda hiç olmadı. İhtiyaç da duymadık zaten.

Bizim İstiklal Caddesi'ni al şehir yap. Otel'in cephe verdiği Shirok Caddesi hayatın sokakta güzel olduğunu kanıtlamak üzere kurgulanmış sanki. İstiklal'i böyle cıvıl cıvıl görmeyeli çok oldu fakat içimi bir umut ve rahatlık kapladı. Sağlı sollu cafeler, fırınlar, cici dükkanlar vs vs çok hareketliydi. Nerede yemek yiyeceğimizi, günün geri kalanını nasıl geçireceğimizi programladık.

Yol bizi Atatürk'ün okuduğu askeri liseye götürdü. Burada Türk Silahlı Kuvvetleri'nin katkılarıyla düzenlenmiş küçük bir Atatürk köşesi vardı ki o da ekranlarda Rutkay Aziz'in seslendirdiği Çanakkale Savaşı filmleri ve bildik birkaç eşyadan ibaretti. O yüzden ziyaretimiz de kısa sürdü. Dışarı çıktığımızda bütün gün köşe kapmaca oynadığımız yağmur, Bitola üzerine çökmüştü. Koşar adım, yer yer tente altlarına sığınarak yemek yiyeceğimiz restorana geçtik. Bitola'nın enerjisi bize iyi gelmişti. Yunanistan'a bu enerji ile geçecek olmak bizi daha da iyi hissettirdi ki uyumuşuz.

Manastır Askeri Lisesi
Lise içinde bir Atatürk köşesi yapılmış. 2 Avro'ya gezilebiliyor.
Burayı TSK düzenlemiş.
O yıllara dair Mustafa Kemal'e ait çok az eşya vardı. Daha çok zaferlerinin anlatıldığı bir video dönüp duruyordu


Etap 4 / Bitola-Edessa / 30 Ağustos

Üzerimizi gri bir battaniye gibi örten bulutlara rağmen akıllı telefonlarımız yağmur ihtimalini düşük ilan ediyordu. Seçkin çeşitli hava durumu sitelerinden uzun uzun bulutların hareketlerini inceledi. Bahsettiğim düşük ihtimal bile ıslak bir yolculuk anlamına geliyor tahmin edersiniz ki. Çantaların bisikletlere yüklenmesiyle hazırdık. Bundan sonra bulutları gözleyerek hatta ara ara köşe kapmaca oynayarak hareket edecektik. Çay ve hamur kokan kısa kahvaltımızın ardından yola düştük ki bizi Yunanistan'a götürecekti.

Çantalarımız toparlarken, bir gözümüz de dışarıdaydı. Yağmur ihtimaline karşın hazırlıklı olmalıydık.
Sabah kahvaltıları için bir gün önceden yer bulmaya çalışmak çok işe yaradı.


15. km'de sınırdan Nikki'ye geçtik. Bisikletle ilk kez ülke değiştirirken, sınırda klasik şeylerle karşılaşacağımı düşünüyordum. Pasaport kontrolü, gözlerine gözlerine dikkatli bakışlar. Peşinden 'nerede kalacaksın? nereye gidiyorsun?' gibi dikine sorular. Tam tersine, iki gümrük kontrol noktasında da daracık kulübelerinde mesaisini yapan memurların övgüleriyle karşılaştık. Hani o üç beş araba olmasa, işi gücü bırakıp bizimle sohbet edebilirlerdi. Seçkin'le yüzlerimiz gülüyordu. Avro bölgesinde sürmeye başladık.

Sınırları insan çiziyor, kuralları insan koyuyor. Her ne kadar temiz bir sınır geçişi yapmış olsak da, bir noktadan diğerine gitmek için devletlerden izin istiyorsun. O da sana vize veriyor. Benim pasaportuma 2 ay izin verilmiş. O da 20 gün... Yani elimdeki 20 günü 2 ay içinde tüketebileceğimi söylüyorlar. Bu bir lütufsa ya şu tepemizden geçen, kimseye tek kelime hesap vermeyen kuş sürüsü? Üzerinde pedal bastığımız yol? Hemen kıyısında ot bitmiş, çatlaklarını bitki bürümüş şu kara patika biliyor mu nerede olduğunu? Turda, yola alıştıkça kendini akıllı sanan insanoğlunun yaptığı şu basit şeyleri bile sorgularken yakalıyorsun kendini. Biz bu dünyaya kötüyüz... Agresif bir sesle kendime geldim! Bu bizim ilk köpek tacizimizdi...

Az evvel bahsettim, birkaç km içinde 3 köpek tacizi, sıcak temas olmasa da bizi açıkça tedirgin etti. Zira boş sokaklarda terkedilmiş izlenimi veren evlerin arasından her an başıboş bir köpeğin bize saldırabileceğini düşündük. Tura çıkmadan evvel oturup birkaç blog okumuştum. Çoğu bisikletçinin, tedbirli olmalarına rağmen köpeklerle kötü anıları vardı. Fakat korkunun ecele de faydası yok. O yüzden o bahsi orada kapatıp yola devam ettik. Tedirginliğimizi Nikki'den çıkınca kendiliğinden attık...

Abartılı gelebilir fakat neredeyse 70-80 km boyunca bırakın mola verebilecek bir nokta tek bir insan bile görmedik. Edessa'ya dek Seçkin, ben ve tepemizde dağılmak üzere birkaç bulut kümesi ile hareket ettik o kadar. Ara atıştırmalık olarak yola sınır vermiş meyve bahçeleri bize elma, şeftali gibi meyveler sundu. Yoksa halimiz niceydi.

Bugün de bulutların peşine takıldık
Lakin hepsi bir çırpıda çekildi
Bulutsuz bir havada Edessa'ya sürmeye devam ettik


Her ne kadar derin bir sessizlikte sürüyor olsak da Makedonya'daki bozuk, dar ve insanın yüreğini ağzına getiren yollarından sonra Yunanistan'da kendimizi daha güvende hissettik. Üstelik, sınırın gerisinde bıraktığımız topraklarda, Seçkin ile yan yana sürme şansımız neredeyse hiç olmamıştı. Sağlı sollu pamuk, elma, şeftali ve avokado bahçeleri daha düzgün ve bakımlıydı.

Bir şey kalmamış!
O halde devam etmeli...

Varmak üzere olduğumuz Edessa ve doğusunda Selanik'i içine alan bölge Yunanistan'da gerçek Makedonya olarak kabul ediliyor. Makedonya’nın bayrağında kullandığı güneş burada da bölge sembolü. Derin bir yamacın tepesine kurulu Edessa meğer bir su şehriymiş ve o yamaçtan aşağıya irili ufaklı şelaleler dökülüyormuş. Otele yerleştikten sonra gezip görme şansımız oldu. Sokak aralarında dolaşan, tüm şehri dönen suyun da şıkır şıkır sesine takılıp kendimizi zamanın akışına bıraktık.

Edessa girişinde otel araştırması


İnternetten bulduğumuz değil de önünden geçtiğimiz bir otelde kalmaya karar verdik. Önünde birkaç yaşlı adamın frappe içtiği Elena Hotel'den içeri girdiğimde çok tanıdık bir şeyler hissettim. Resepsiyonun arkasında vesikalıktan büyütülmüş aile büyükleri, aralarında kimi ikonalar, çocukluğumdan çok net hatırladığım eşya kokusuyla, neredeyse elinde büyüdüğüm Katina'nın evinde gibiydim.

Edessa Hotal Elena

Otel sahibi Vasilis'in de Türkiye'den geldiğini form doldururken kalemi bitince "S.ktir" çekmesiyle öğrendik. Hiçbir şekilde konuşamıyorduk ama ne hikmetse anlaşabiliyorduk. Soyadı Gülistanoğlu'ymuş. Yıllar yıllar önce gelmişler... Tur tam da hayal ettiğim gibi gidiyordu demeliyim. Önerilen yerlerin, tatların peşinde koşmaktansa bilinmedik hikayeleri keşfetmek çok mutlu edecekti beni. Edessa daha şimdiden bize güzel bir hikaye vermişti.

İki Bodrumlu
Edessa'da her yerden su fışkırıyor. Boşuna akıyor diyen, bunları HES'e dönüştürelim diyen yok.
Şelaleler Edessa'nın sembolü adeta
Şehri süsleyen su, bulduğu her yerden dökülüyor
Sonradan öğrendik ki burada sıcak su kaplıcaları da varmış, ıskaladık.
Bisiklet nöbeti
Güne noktayı şelalenin başında koyduk.
Geceye de şahane bir lokantada...
Mahalleleri dolaşan su ve minik köprüleri geçerek otele döndük.



Etap 5 / Edessa-Selanik / 31 Ağustos
Saat 8 gibi yoldaydık. Sabah serinliği ve rüzgar bir yana Edessa'dan kıvrıla kıvrıla bizi Selanik'e taşıyacak düzlüğe inmek çok eğlenceliydi. Artık rüzgarı kuyruktan alıyorduk. Tempomuz, süratimiz, disiplinimizle saat daha 10 olmadan yolu yarıladık. Yol önceki günlere göre biraz daha kalabalık, karayolu profilinde Selanik'e doğru uzanıyordu. Birkaç kuru nehir ve yoğun sanayi bölgelerini geçerek Selanik'e vardığımızda saat henüz 13:30 civarındaydı ve ardımızda yaklaşık 90 km bırakmıştık.

İstikamet Selanik!

Kahve kültürüm yoktur. Aramam da... Fakat bu turla birlikte kahveyi tanımaya başladım.
Nerede kalalım?
Selanik'e giderken çoğu kuru pek çok nehri geçtik
Bugün iyi tempomuza rüzgar da katkıda bulunuyor. Selanik'e düşündüğümüzden erken varacağız.

Akşam konaklaması için ben daha önce bir hostel bulmuştum fakat yolda alternatif olarak bir okulu da seçeneklerimiz arasına dahil ettik. Aslına bakarsanız gittiğimiz yerlerde önce hep kamp atabileceğimiz yerlere bakmaya dikkat ettik. Her yerde böyle imkanlar bulunmuyor. Bugünkü rotamızda da, kamp alanlarının Selanik'in kuzey bölgelerinde yoğunlaştığı düşünülürse şehrin içinde kalmak daha mantıklıydı. Vakit vardı gidip bakalım deyince Studios Arabas isimli Hostel'i aradık. Bulması biraz zor olsa da ararken gezdiğimiz yerlere hayran olduk. Bizim sur içi diye tabir edebileceğimiz bölgede cafeler, restoranlar çok otantik ve şirin duruyorlardı. Hostel'i bulduğumuzda da yer vardı ve orada kalmaya karar verdik zira bu nefis sokaklardan deniz kıyısına inmek zevkli olacaktı.

Hosteli ararken geçtiğimiz sokaklar çok tanıdık
Kaybola kaybola bir sürü yer keşfettik. Hostelin tabelası gözden kaçmış.
Nihayet bulduk!

Bizi karşılayan Hostel'in işletmecisi Costas'ın ailesi de Türkiye'den gelmişti. Yılın beş ayını burada geçiren Sezgin Bey verdi bu bilgiyi. Kısa bir sohbet yaptık. Burada yaşamaktan mutlu olduğunu anlattı. Son birkaç senede Yunanistan'a kendi gibi gelenlerin sayısının arttığından bahsetti. Sadece Selanik'te 3000 kadar ev almış Türkler, söylediğine göre.



Vakitli varınca gezmeye de çıkabiliriz!
Her sokakta bir sürpriz çıkıyor
Yeni ile eski bir arada. Şehir genç ve dinamik.
Selanik adeta bir açık hava müzesi
Deniz kıyısına inip Beyaz Kule'yi görmemek olmazdı.

İnsanların burayı neden sevdiğini anlamak zor değil. İzmir'e benzetiyor çoğu insan. Benzetecek kadar çok iyi bilmiyorum İzmir'i ama Selanik, ara sokaklarından şehir merkezine kadar insanı kendine aşık ediyor. Bizde ise üzerine beton dökülen, klima, çanak anten vs takılan tarihi eserler şehrin dokusunu oluşturuyor. Buna karşın genç nüfus, hareketli sokaklar, insanların rahatlığı, güler yüzü bana daha çok Berlin'i hatırlattı. Seçkin ile deniz kıyısına dek yürüdük. Geçtiğimiz, döndüğümüz, saptığımız her yerde karşımıza hep sürprizler çıktı. Tıpkı Hostel'i ararken çıkanlar gibi. O sürprizlerden birini kafamıza bellemiştik ki oturup uzomuzu içtik!

Elbette Pembe Köşk'e de gittik.
Yoğun ziyaretçi trafiği arasında fotoğraf çekmek biraz zor oldu.
Atatürk'ün bal mumu heykeliyle selfie çekenlerden sıramız gelince normal bir kare biz de aldık.
Burası artık evden daha çok bir müze. Galiba bir evi gezeceğimi düşünmüştüm.
Pembe Köşk'ün ön cephesindeki girişte bulunan pano.
Uzun bir yürüyüşün ardından Seçkin keşifte.
Hosteli ararken bulduğumuz taverna. Hadi buraya çökelim dedik.
Uzo ve meze hazır.
Selanik bize neşe verdi.

Dedemlerin İstanbul'a geçiş yaptığı Selanik'ten, yüzümüzü Atina'ya döndüğümüzde Bisiklet Turu'nun ilk bölümünü tamamlamış olduk. Bundan sonra çocukluğuma yapacağım yolculukta Seçkin ile birlikte pedallayacaktık. Yamas!...

Turun 3. ve son bölümünde görüşmek üzere.
Tur videolarını da bölüm bölüm hadi ben kaçtım youtube kanalından izleyebilirsiniz.

Yorumlar

  1. Ne güzel bir yol hikayesi, güzel buluşmalarda ödülü olmuş.

    YanıtlaSil
  2. Ağzına, eline, koluna, kalemine sağlık Sevgili Coka. Bulgaristandan göç etmiş bir Balkan çocuğu olarak yazdıkların ve gördüklerin çok tanıdık geldi doğrusu. Merakla gelecek bölümü bekliyoruz :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu da geçer Ya Hu

Ege kralı…

Bodrum’da 1 yılın ardından