2017'de neler oldu?

Aslında sırada son bölümünü bitirmem gereken bir bisiklet turu yazısı var fakat bu ara o kadar çok İstanbul’a gidip geldim ki yapmak istediğim şeylere pek vakit ayıramadım. Hatta bu yazıyı da İstanbul’daki 18. haftamdan yazıyorum. Yazarken de merak ettim, baktım. Notlarıma göre 2105’te 8, 2016’da 12 hafta İstanbul’da vakit geçirmişim. 2017’de an itibariyle dört buçukuncu ayı görüyorum. Bu bir daha kırmak istemeyeceğim bir rekor doğrusu.

Bu sefer İstanbul'dan bildiriyorum
Republica tayfası
Açık ofis enstantaneleri
Biraz sakinlik arayan, toplantı odasına kaçıyor.

Bodrum’da ise 4. kışımıza adım attık. Çok net olarak görüyor ve hissediyorum ki her yıl üzerimizdeki bir başka şehirli (zehirli) zarımızdan kurtuluyoruz. Bu sıyrılış elbette sanıldığı gibi hızlı olamıyor. Taşındıktan 2 hafta, 6 ay veya 1 yıl sonra kendini Bodrumlu ilan etmek kesinlikle gerçekçi değil. Bunu yapanları anlamakla birlikte kendilerini kandırdıklarını düşünüyorum. Geride bıraktığımız üç yıl içinde o zardan kurtuldukça her gün üzerimize doğan güneşe, ayaklarımızın altında ufalanan toprağa, bulutların kokusuna, havanın rengine daha bir başka bakıyoruz. Son bir yılda da bu durum hızlandı. İşte bu yazıda da 2017’nin bir hesabını yapmak istiyorum ki adet yerini bulsun.

Başlık başlık gidecek olursam, sağlık meselelerini başta tutmak en doğrusu. Zira bu yıl beni etkileyen pek çok şey arka arkaya geldi. Hep güzel şeyler olacak değil. Hayatı her şeyiyle kabul ettiğin zaman bir anlamı oluyor.

Ocak ayında dayımı kaybettik. Bunu anneme söylediğim gibi düz, soğuk ve dolaysız yazıyorum. Dayım ki karşılıklı rakı içmeyi çok severdim. Hatta ilk rakımı da dayımla içtiğimi söylemeliyim. Erkek çocuğun aile büyüklerinden biriyle rakı içmesi bir nevi onaydır. Kendi kadehinden, boş su bardağına rakısını pay edip önüme koymuştu. Yüzüne, beni dikkatle izlerken oturmuş gülümsemesini hatırlıyorum. İlk yudumu almaya kalktığımda da araya girmiş, "Dur önce bir kadeh tokuşturalım hele!" demişti. Nur içinde yatsın...

Dayımla / Edirne
2016'da son ziyaretimiz olduğundan habersiziz.
-Dayı rakı dokunmasın sana!
-Aman be oğlum, bugün varız, yarın yokuz...

Dayımın gidişini ablasına yani anneme söyleme görevi bana düştü. Düz, soğuk ve dolaysız "Dayım öldü!" dedim, diyebildim... Başka bir şey çıkmadı ağzımdan. "Biliyordum." diyebildi dalgın gözlerle. Hiçbir tepki vermedi. Söyledikten üç gün sonra "Bumin öldü mü?" diye sordu ve ağladı. Anneme konulmuş Alzheimer teşhisi, anladığımız üzere başlangıç safhasını çoktan geride bırakmıştı. Yıl boyunca takip ettiğimiz kadarıyla artık yalnız kalmaması gerekirdi. İlk yaptığımız babamın aldığı bir kararla Bodrum’da oturdukları evi kapatmak oldu. Kararın uygulamasıyla da kendimi eli bırakılmış bir oğlan çocuğu gibi hissettim. Artık hepimiz için bir şeyler değişiyordu.

Annemin de Bodrum'da son yılıydı.

Annemin hastalığı, babam için yeni bir sorumluluktu ki zaten son bir yıldır onu her zamankinden yorgun, düşünceli ve durgun buluyordum. Kendi de bu sorumluluğun altından nasıl kalkacağını bilmiyordu galiba. Üstüne bu yıl babamı ilk kez yaş, yaşlılık, yetersizlikten şikayet ederken dinledim. Mesela her zaman üçer beşer çıktığı merdivenleri dinlenerek çıkıyordu. Bahçe ile ilgilenmek konusunda isteksizdi. Biraz hareket etse nefesi kesiliyordu.

Son İstanbul seferini babamla yediğimiz öğle yemeğiyle noktaladım!

Sonradan öğrendik ki meğer akciğerlerinde epey bir su birikmiş. Suyun alınması, antibiyotik tedavisi ve 10 günlük hastane yatışı onu psikolojik olarak da etkiledi diye düşünüyorum. Ardından 2. su birikmesi hemen üstüne geldi. O zaman doktorlar işi biraz daha ciddiye aldılar. Akciğer zarında daha önce fark etmedikleri lekelerden şüphelendiler. Ki bu lekeler yıllarca saç spreyi, saç boyası ve kimyasalları solumakla hatta eski tip fön makinelerinde bulunduğu bilinen asbeste maruz kalmakla alakalı olabilirdi. Doktorları ameliyatla akciğer zarını aldıktan sonra da tedbir amaçlı 4 kür kemoterapi uyguladılar. Babamın hayatı böylece radikal bir şekilde değişmiş oldu. Her ne kadar kulak asmasa da dükkanda yorulacak kadar çalışmayı bırakması istendi. Stresten uzak durmak her hastalığın birinci ilacı zaten... Bugün itibariyle babamın durumu iyi, geçen yıl boyunca izlediğim yorgunluk yok. Ameliyatın ve vücudundan atması gereken kemoterapi ilaçlarının yarattığı kısıtlamaları saymazsak gerçekten de tahtaya vurmak lazım.

Bu yıl babamla aramızda başka kapılar açıldı. Ona daha bir sarıldım.

Bodrum’a taşındığımızdan beri kendimizi yaşadığımız coğrafyaya, kültürüne ve hayatına uymak adına kararlar alıyoruz. Yeme içme alışkanlıklarımızdan, alışveriş davranışımıza, ikili ilişkilerden, yeni yaşam biçimine her noktada yavaş yavaş dönüşüyoruz. Başta da dedim kendimizi kandırmanın alemi yok 40 yıllık şehirlinin 3 yılda bir kasabalıya dönüşmesi imkansız. Fakat pek çok yeni taşınandan farklı olarak tercihlerimizi bu coğrafyanın bize sunduklarına göre yapıyoruz. Mesela içinden geçtiğimiz şu kış aylarında Bodrum’da ısınmak başlı başına çözüm gerektiren bir durum. Bizden evvel taşınanlar bilir diye onların söyleyeceklerine kulak kesildik, nasihatlerine uyduk. Fakat ısınamadığımız gibi fahiş elektrik faturaları ödemek zorunda kaldık. Bodrum’da doğalgaz yok. Doğrusu olsun da istemiyorum. Bu koşullarda bize "klima ile ısının 2 ay idare edersiniz, ne olacak!" nasihatini verenlere kulak asmamak gerekiyormuş. Kış aylarının sık elektrik kesintilerinde klima, koca bir balon. Üfleme kesildiği an evin aniden soğuduğunu bilmem söylememe gerek var mı? Kaldı ki asıl işlevi soğutmak olduğundan ısıtması sağlıklı da değil.

Bodrum'a taşındığımız ilk kış epey üşümüş, sobayı dillendirmiştik.
Fakat çevremiz "kim uğraşacak, külüyle, isiyle..." diye vazgeçirmişti.

Elektrikli radyatörleri ise ikinci kış tercih ettik. Elbette yine bizden evvel taşınanları dinleyerek. O da olmadı. Zira radyatörün merkezinde bulunduğu 5 metre çapındaki çemberin dışında ısınmak mümkün değil. Özellikle de oturduğumuz ev gibi yüksek tavanlı yapıları radyatörle ısıtmak şehir efsanesi olmaktan öteye gitmiyor. Elektrik faturaları da öyle söylendiği gibi yarı yarıya düşmedi.

Su pompası öneren de oldu fakat o sistem daha başta 20-30 bin liralık bir yatırım gerektiriyor. Biz o kadar uzun boylu insanlar değiliz.

Yeni ev radyatörle de ısınmayınca, tanıştığımız Bodrum yerlisi dostlarımızı dinlemeye karar verdik.
Soba alma kararımızdan hiç pişman olmadık.

Diğer taraftan içinde Bodrum’da yaşadığımız süre arttıkça aslında kimi dinlemen, neyi kulak ardı etmen gerektiğini de öğreniyorsun. Bodrum yerlisinin söylediklerine, tavsiyelerine bakarak diyebilirim ki taşındığımızdan beri aldığımız en doğru karar soba almakmış. Alıp kurduğumuzda yılın üçüncü günüydü ve bir anda evimizin kalbinin attığı yer oldu. Ateş, yayılan ışık, yanan odun ve evi tütsüleyen kokusu Bodrumlu yaşamımızı biraz daha dönüştürdü. Külle, isle, kurumla uğraşmaya burun kıvıran şehirli yanımızdan kurtulduk böylece. Her sabah erkenden kül temizleyip, ilk olarak ateşi yakmak en sevdiğim iş haline geldi. Yazlık olarak düşünüldüğünden odun getirmenin büyük sorun olduğu evimize odun taşımak, istiflemek, boru temizlik ve bakımı da yeni bir iş olarak hayatımıza girdi.

Ocak'ta aldığımız 1 ton odun bizi 2 ay idare etti.
Ağustos itibariyle 2 ton aldık. Atması, istiflemesi de ona göre bir mesai gerektiriyor

Bu sene bizim için bir başka ilk de, uzun zamandır tartıştığımız bir meselede adım atmak oldu. Amsterdam’a taşınmadan evvel Bülent ile sık sık tartıştığımız bir konuydu. Bodrum’a taşınmıştık fakat adeta arafta yaşıyorduk. Pazardan alışveriş yapmakla veya taze balık almakla övünerek Bodrum’daki yaşamın havasını atmak karın doyuran bir şey değildi sonuçta. Bodrum’da yaşıyoruz ama hayatımızda ne deniz ne de toprak var diyorduk.
Bu yıl küçük bir sebze bahçesi hazırlayarak kendi yetiştirdiğimiz, domates ve biberi yedik. Fakat daha önemlisi toprağı ve bitkileri tanımaya başladık. Zira domatesi ve biberi yan yana ekmemek gerektiğini, birinin suyu çok severken diğerinin ihtiyaç duymadığını bilmiyorduk. Küçük bir bostanla başladık ve kabaca bu yıl tükettiğimiz biber ve domatesin 5’te 1’ini bahçeden karşıladık. Fakat döngüyü tamamlamak için kök sayısını artırmak gerekiyormuş. Sonbahar da bahçeyi biraz daha büyüttük. Bakla, ıspanak gibi kış sebzelerinin yanı sıra tere, roka, maydanoz vs ekerek kışlık salatalarımızı renklendirelim dedik.

Küçük bir bahçe ile başladık, sonbaharda biraz daha büyüttük.
Bir köşede meşgale olur dediğimiz küçük bahçe bize az buçuk ikramlarda bulundu.
Bugün Hülya'nın oturduğu alanı da küçük bahçemize kattık.
Bana 5 sene evvel bostan yapmaya uğraşacaksın deseler inanmazdım.

Daha sonra budama makası, eldiven gibi komik sayılabilecek bahçe alet edevatımızın arasına, çapa, kürek, tırmık, balta, keser gibi aletler ekledik. İnsan kendi eliyle bir şey yapınca sabah büyük bir hevesle başında bitiyor. Domates çıkmış mı? Patlıcan ne kadar büyümüş? Biber de ne arsız çıktı! benim sabah rutinlerimden oldu.

Bu yıl da arabasız geçti. Yıl sonuna doğru, yaptığım turlardan aklımda kalan bir kaç kare artık bir arabamız olmalı dedirtse de arayıp soruşturma noktasında tembel davranıyorum. Açıkçası araştırmak biraz moral de bozuyor. Bizim yerimize üşenmeyip araba bulan arkadaşlarımızın iyi niyetlerine minnettarım. Fakat bugün ucuz diye gösterilen ikinci el arabalar da benim boyumu aşıyor. Daha doğrusu bundan 10 yıl öncesinin güven ortamı yok. Borçsuz yaşamaya çalıştığımızdan kendimi bir banka kredisine zincirlemek istemiyorum açıkçası. Ayrıca gelirim, gelen fiyat artışlarıyla aynı oranda yükselmiyor. Bu durumda ne fasülye ile ne salatalıkla yarışabiliyorum. Yani bir bostan sahibi olmak romantik bir uğraştan çok küçülmenin gereği. 2017’yi cebimizdeki paraya dikkat ettiğimiz bir yıl olarak da imleyebilirim. Dikkatten kasıt, ihtiyacımız olmayan, sırf beğendiğimiz için almak istediğimiz evde kalabalık yaratmaktan başka bir işe yaramayan eşya almak yerine hayatımıza değer katacak şeyler için para ayırdık. Mesela seyahatlere...

Pek öyle seyahat eden, edebilen bir tip değilim. Fakat bu yıl kendi adıma leyleği havada gördüm desem yeridir. Bodrum’da yaşamaya başladığımızdan bu yana ilk kez Kos’a geçtik. Üsküp-Atina Bisiklet Turu zaten başlı başına bir maceraydı ve o da Kos’ta sonlandı. Videolarını yayınlamakla birlikte, o turun son bölüm yazısını tamamlamak yeni yıla kaldı.

İlk kez Kos'ta
Üsküp Atina Bisiklet Turu'nu sonlandırdığımız Kos
Bunlar da Üsküp'te içilen ilk biralar. Tur böyle başlamıştı.
Bu turda bana eşlik eden Seçkin, Bodrum'un ve bisikletin hatta 2017'nin bana hediye ettiğin en kıymetli dost.
Seçkin'den öğrendiğim bir tabirle kendimi çantacı sayıyorum. Yani turcu.
Ohrid bu seyahatin en güzel noktalarından biriydi.
Konakladığımız yer anlamında da. Struga / Rino Camping
Ohrid gölü 2017'nin en huzurlu noktasıydı diyebilirim.
Ben de tadını doya doya çıkardım ama yüzmedim :)
Her şeye rağmen yolda olma fikri hep ağır bastı bu yıl
Başarı dediğin bir yere varmak değil, yola çıkmak bana göre.
Bir yere varmaksa, bol köpüklü buz gibi biralar demek.
Bu hayatı sevdim, daha ne diyeyim...
Araya karışmış ama kaldırmıyorum. Bisiklet nöbeti / Edessa-Yunanistan

Bisiklet demişken Aralık başında yaptığımız 2 gün bisiklet turunu da yılın önemli etkinlikleri arasına sokabilirim. Yağmur, çamur demeden Bodrum’dan Akyaka’ya ertesi gün de Muğla’dan Bodrum’a döneceğimiz bir programdı. Tüm kötü vaatlerime rağmen katılım beklediğimden yüksek oldu ve gerçekten çok eğlendik.

En fazla 5 kişi yapacağımızı düşündüğüm Bodrum-Akyaka Muğla-Bodrum turuna hatırı sayılır bir grup katıldı.
2 Gün boyunca gün doğumundan, gün batımına pedal bastık...
Nezih Öget.
Artçılar
Akbük hatırası
Ne zaman bir tur düzenlesem Levent Sevil hep en büyük desteği vermiştir. Bir nevi ana sponsor :)
Tevfik Özdol ve Taner Birsel
Tevfik Özdol
Öğle rakısı

Kısacık da olsa bana çok şey katan Londra seyahatine de değineyim yeri gelmişken. Şubat ayında bir müşterimizin etkinliğinde görevli olarak gittim. Gezip görmeye pek vaktim yoktu o yüzden sabahın köründe kalkıp Londra’yı Thames Nehri boyunca batıdan doğuya yürümek, aklımda ve bana kalan en güzel şeydi. Bu kısacık gidiş gelişler bile insanın dünyaya bakışını değiştiriyor. Şuradan 30 dk mesafedeki Kos bile insana nefes aldırıyor. Yakın adalara daha sık ve kısa seferler yapmalıyız diye düşünüyorum. Gitmeli ki neden burada değil de orada nefes alabildiğimizi anlatabilelim.

Londra yolcusu
Resepsiyonsuz, insansız ekranla karşılama.
Etkinlikte böyle bir pano resimledim.
Etkinliğin yapıldığı Shorditch Platform
Sabah yürüyüşü
Londra tam bir bisiklet şehri
Bisiklet otobanı bile var.
Kaldığım otelin girişinde zincirli turuncu bisiklet

Keşke dünyanın önemli başkentlerinde düzenlenen tasarım haftalarına da gidebilsem diyorum. Hülya ile en az bir yıllık izni hayalini kurduğumuz yerlerde geçirebilsek. Ne yazık ki ne içinde bulunduğumuz sistem, ne de ekonomik gerçekler buna izin veriyor. Ülkesinin %90’ı Edirne’den ötesini görmemiş bir ülkenin vatandaşı olarak -ki bu oranın %52’si oturduğu şehrin dışına çıkmamış- yeni yılda herkese bol bol seyahat diliyorum.

Seyahat konusundan da devam edeyim... Beni Bodrum’a taşıyan ilk bisiklet turunu hatırlayanlar bilir. 17 Ekim 2014 tarihinde başlayan, 5 kişi başlayıp 8 kişi tamamladığımız İstanbul Bodrum Turu hayatımda özel bir yere sahiptir. O tur ile birlikte Bodrum’a taşındık. 8 ay heybelerimdeki eşya ile idare ederek şu an oturduğumuz evin tamamlanmasını bekledik. Bu yıl benim için farklı bir noktaya taşındığı için yeniden o özel turu bu satırlara taşımak şart oldu.

broken vase
Durumu anlatan iki çizimden biri. Diğerini artık resmen hakkım olmasına rağmen
karşı tarafı incitmemek adına burada yer vermiyorum.

Bugüne dek hiç değinmedim ama 2017’de, o İstanbul-Bodrum turu vesilesiyle hayatımda ilk kez mahkemeye de çıktım. Üstelik sanık olarak. Haziran ve Temmuz aylarındaki 2 celse sonunda da beraat ettim.

İstanbul-Bodrum Bisiklet Turu 2014
Uzun uzun o böyle dedi, ben şöyle yaptım diye yazmayacağım. Fakat yolculuğu tamamladığımız grup içinde en yakınım, çocukluk arkadaşım, kendisi olmasa böyle bir yolculuğu yapamayacağım konusunda kendini epey ikna etmiş. Dolayısıyla yazdığım yazılarda, gönderilerimde şurada burada adının yeterince geçmediğine kanaat getirip, içerlemiş. Tüm bunları, tura katılan herkesi sosyal medyada yöneticisi yaptığım, ilk Hadi Ben Kaçtım sayfasının silinmesiyle öğrendim. Şaşkınlığımı, üzüntümü ve tabi kızgınlığımı tarif edemem. Buna verdiğim haklı tepkiyi mahkemeye taşımasıyla da hayatımda ilk kez hakim karşısına çıktım. “Avukat tutmana bile gerek yok, böyle saçma sapan bir iddianame tamamen mahkemenin zamanını çalmak” diyen dostlarım haklı çıktılar.

Beraat etmeme rağmen yine de bu davanın bir kazananı olmadı bana göre. Eldeki o çok kıymetli arşiv silindiğiyle kaldı. Benim için tek çıkarım şuydu; her şeyi kendi içinde yaşayan, alınan, zanneden, sanan insanlardan korkmak gerekmiş.

Bodrum'daki sakin yaşamımızı seviyorum.
Bu fotograf epey jenerik oldu ama kim İstanbul'a dönmeyi ister ki diyor bana.
Hayatın tadını çıkarmak gerek.

Bu yıl ayrıca videolar çekmeye başladım. Aslında bu güncenin görüntülü versiyonu olacaktı fakat içinden bisiklet geçen videolara dönüştü. 60 kadar günlük 15 kadar tur vidosuyla kendimi epey verimli sayabilirim. Kabul ediyorum çekici, başka bir deyişle "reyting" getiren içeriğe sahip değil ama memnunum. Devam da edeceğim. Belki biraz daha Bodrum’a dair şeyler paylaşırım. Başlarda kendi kendime konuşuyorum gibi geliyordu ama şimdi kamera arkasında birilerinin olduğunu biliyorum. 2017 yılının notunu bu güncenin okurlarıyla birlikte yükselttiler.

2017 Hülya için ise izlediğim kadarıyla hareketli ve bereketli bir yıldı. Çalışmaları gittikçe daha çok dikkat çekti. 45 resimle katıldığı karma bir sergide eserlerinin tamamı alıcı buldu. Yurt içi kadar yurt dışına da resim satmaya başladı. Dikkat çekti. Bodrum’da yaşadığımız süre artıkça kendine daha çok güvenen bir kadına dönüştü. Onun gittikçe parladığını izlemenin tadını çıkarmak da bana kaldı.

Hülya bu yıl sahiden de çiçek açtı. O yüzden evimizde hep bahar vardı.

İnsan unutuyor. "Unutmak şifadır" boşuna denmemiş. Halbuki nasıl unutur neredeyse tüm yıl sallanıp durmuşsan. O ilk 6.6'lık depremde İstanbul'daydım ve Hülya Bodrum'da yalnızdı. Peşi sıra devam eden artçıların bile yüreği ağıza getirdiği düşünülecek olursa böyle bir afette yalnız olmak çok ürkütücü. Ayağımızın altında yer oynadı durdu. Deniz tabanında yırtık, Ege'de volkan oluşumu vs gibi haberlerle birlikte depremle gündemimiz hep sıcak kaldı.

Bu arada "Yazılar kesildi, bir durum mu var?" diye soran, mesaj atan herkese teşekkür ederim. Bahsettiğim gibi bu yılın 4.5 ayını İstanbul'da geçirdim. Yine de toplama bakınca ayda bir yazı hedefini tutturabildim. Bu konuyla ilgili ilginç bir karşılaşmayı yazıp bitireceğim.

Son İstanbul seferine gitmeden evvel Kadıkale’sinde soluklanmak üzere bisikletimi Yunuslar Cafe’nin denize yaslanmış kıyısına çevirdim. Poğaçamı yerken yanımdaki masaya oturan bir kadın, bir müddet sonra usulca seslendi. "Are you Ahmet Coka?"

Ankara’da yaşayan arada sırada kafa dinlemek üzere hafta sonları eşiyle Bodrum’a kaçan hanımefendi beni bloğumdan tanıdığını ve eskisi kadar yazmadığıma üzüldüğünü söyledi. Türkçe okuyup okuyamadığını sordum merakla. "Kocam bana tercüme ediyor" dedi gülümseyerek. İşte bu yazıyı adını sormayı talihsizce unuttuğum o hanımefendiye atfediyorum. İnsan yazdıklarının birine dokunduğunu görünce çok mutlu oluyor.

Çok mutlu olun...

Yorumlar

  1. Son bölüm harikaydı, işte blogların gücü. hayatın bir
    sahnesinde böyle bir tepki almak çok güzel. keyifle bodrum yazılarınızı okuyorum.hayat acı tatlı yönleriyle devam ediyor. bir çok kişinin hayali olanı büyük bir emekle gerçekleştirmeye çalışıyorsunuz.yeni yılın hepimize sağlık ve huzur getirmesi dileğiyle..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Son bölümde yazdığım karşılaşma hiç unutamayacağım özel bir sürprizdi sahiden. Güzel sürprizlerle dolu bir yıl diliyorum, sağlıcakla kalın...

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu da geçer Ya Hu

Ege kralı…

Bodrum’da 1 yılın ardından