Londra'da bir Bodrumlu

Güzel Sanatlar sınavını kazanamadığım 1990 senesinin son aylarında dil öğrenmek üzere Londra'ya gitmiştim. İşin doğrusu gönderilmiştim. Zira 18 yaşında henüz "İngiltere'de dil öğrenmek istiyorum!" diyecek kadar akıllı bir çocuk değildim. Aslında kendimi küçümsememeliyim. Çünkü aynı dönem Güzel Sanatlar sınavına girmiş olmak da tamamen bireysel ve ailemin karşı çıkmasına rağmen alınmış bir karardı. O ilk sınavı kazanamayınca ebeveynlerim birbirine "bir sene boş kalıp ne yapacak?" diye sorunca "bari gitsin dil öğrensin" fikrine tutunmuştu. Körfez savaşı patlak vermek üzereydi ve benim ilk uçak ve yurtdışı seyahatim olacaktı.

27 sene sonra Londra'ya bu sefer iş için gittim. Ne yalan söyleyeyim başta ayak diredim. Birincisi bu dönem evimden o kadar sık uzaklaştım ki içimde ister istemez bir huzursuzluk dolanmaya başladı. İstanbul'un kara bulutları adını verdim bu huzursuzluğa. İkincisi de önemli bir parçası olarak önerildiğim etkinlikten en son benim haberim olmuştu. Kendime "Amaan, boş ver git işte!" diyene dek epey bir süre içimde bu huzursuzluğu taşıdım, taşıdıkça da huysuzlaştım.

Etkinlikten de bahsedeyim ki başta beni büsbütün neyin mutsuz ettiği iyice anlaşılsın:
Takipçisi çok olan bir grup sosyal medya kullanıcısının katılacağı gecede, katılımcıların resimlerini -ki 30 kişi kadar- yine benim önceden hazırladığım panoya, gecenin temasına uygun çizecek, renklendirecektim. Üstelik sadece 2-3 saatim vardı. Kaldı ki ben bir çizer de değilim. Evet çizerek hayatımı anlattığım diğer güncem, referans olarak düşünülebilir lakin bundan para kazanmak, sanat dünyasında yer edinmek vs gibi bir düşüncem olmadı. Arada çizimlerime karikatür diyen birkaç cahil çıkıyor ki karikatürist hiç değilim. Bundan ayrı olarak başıma sıklıkla gelmiştir; fotoğraflarını atıp resimlerini çizmemi isteyenler olur. Çokça suistimal edildiği için epeydir nazikçe geri çeviriyorum. Bundan da bir yazı çıkar ama insanlar bana hak vermek yerine, alınmayı tercih ediyorlar ne yazık ki...

Dijital olarak hazırladığım Kalemya Koyu çizimi.

Neyse, şimdi hiç bir tecrübemin olmadığı bir alanda, ne yapacağımı anlamadan ve dahi bilmeden, yapmaktan pek hoşlanmadığım bir şey için oralara gideceğimden huzursuzlandım. İşler yolunda gitmezse, yapılanı beğenmezlerse gibi iç dalgalanmaları da içimdeki kara bulut yer değiştirirken ayrıca ortaya çıktılar. Öyle ya tek atımlık kurşun. Olmadı baştan alalım gibi bir durum yok. Ta ki patronum "rahat ol, hiç takılma, karala geç" diyene dek sürdü bu endişem..

Buna bir de uçuştan bir gün evvel babamın hastaneye yatırılmasını da eklemeliyim. Henüz 10 gün kadar hastanede yatırılacağını bilmiyorduk tabi. İşin aslı oldukça şiddetli üşütmüş. Öyle ki ciğerlerinde yaklaşık 3-4 litre su birikmiş. Bu suyun tahlili, kan testleri vs derken hastanede kalması gerektiğine karar verildi. Daha da kötüsü kardeşim de aynı hafta içinde Kızılyaka'da olacaktı. Ertesi gün Londra'ya nasıl gideceğim diye düşüne düşüne içim daha da bir daraldı. Amcam devreye girdi.

Uçak kalkmadan

İçine bir de film sıkıştırdığım uçuşun ardından öğleden sonra yerel saatle 14:30 gibi Heathrow Havaalanı'na iniş yaptık. Pasaport kontrolünden çıkmak AB üyesi değilseniz oldukça zormuş bunu hatırladım. Yurtdışına sıklıkla seyahat eden biri değilim sonuçta. İki seyahat arası bildiklerimi kolaylıkla unutuyorum. Yanılıyor olabilirim ama aşağı yukarı bir buçuk saatlik bir kuyruğun sonunda ülkeye giriş yapabildik. Çoğul konuşuyorum çünkü müşterimin sosyal medya hizmetlerini yürüten Göze de benimleydi. Dersime çalışmıştım ki uçaktan inince metro ile Shoreditch'e nasıl gideceğimizi çok iyi biliyordum. Fakat kendimizi "Shorditch!" diye seslendiğimiz o klasik taksilerden birinde bulduk. Otele vardığımızda saat 18:00'e geliyordu. Bizden ayrı olarak müşterim ve patronum birkaç gündür Londra'daydılar.

Otelin girişinde duran turuncu bisiklet
Karşılama
Güzel, temiz ve akıllı bir otelde, CitizenM Shoreditch'de kaldım. (Google)

Resepsiyonu, haliyle karşılayanı olmayan CitizenM Shoreditch'te her şeyi kendiniz hallediyorsunuz. Check-in işlemimi yapıp, kartımı alır almaz odama çıktım. Normalde valizinizi biri alır, sizinle odanıza kadar gelir, etrafı, tv kumandasını, onu bunu gösterir ve bahşişini bekler. Lakin akıllı oteller öyle değiller. Yatağın başucunda seni karşılayan bir tabletle tüm odayı yönetebiliyorsun. O akşam romantik misin? Hop ışıkları kırmızıya çeviriyor. Sakin misin? Yumuşak bir yeşil renge bürünüyor küçük odan. Tv, perdeler, klima gibi şeylerin de tablet üzerinden kontrol edilebiliyor olması beni şaşırtmadı desem yalan olur. Buna da şaşırılır mı denilebilir lakin 27 sene sonra ikinci kez Londra'ya üstelik Yakaköy'den ışınlanınca her şey olduğundan daha ilginç geliyor insana... Aynı akşam etkinliğin gerçekleşeceği mekanda kısa bir toplantı yaptıktan sonra akşam yemeğimizi özel bir pizzacıda yedik. Özel diyorum zira burası, mekana yatırım yapmaktansa, işini doğru yapmaya çalışan bir çiftin dükkanı idi. Her şeye emekleriyle dokundukları belli olan küçük bir ağırlama alanı da denilebilir. Sadece Londra'da değil, dünyada bu tip işletmeler çoğalıyor. Daha mekanik, elde yapılan, insanı daha iyi hissettiren dokunuşlar. Yani işletmenize milyon dolarlık tasarım bir koltuk almak yerine kendi çözümünüzü ortaya koyuyorsunuz.

Story Pizza Shoreditch. Dükkan bu kadar küçük. (Google)

Ertesi sabah 5:30'da kalktım, hazırlandım. Zira kendime ayırabileceğim fazla bir vaktim yoktu. Akşamüstü etkinlik olacak, ertesi gün sabahın köründe de İstanbul'a geri dönecektim. En azından öğlene dek Londra'da kaybolabilirim düşüncesiyle kendimi sokağa attım. Liverpool caddesine kadar yürüyüş yaparken etrafta ne kadar çok bisiklet olduğunu gördüm. Gece fark etmemiştim ama insanlar vızır vızır oraya buraya gidiyorlardı. Bisiklet dükkanları, kafeleri, parkları... Her yer bisikletti, sanki bugüne özel bir festival varmış gibi. 27 yıl sonra en azından bu değişmiş diye düşündüm.

Buraya gelmeden evvel bana bir sürü mağaza, restoran ve dükkan adı fısıldandı. İllaki şurada cookie ye, kendine şu mağazadan bir şeyler al, bilmem neredeki dükkanlar hediye bulmak için ideal... Bunlar bir kulağımdan girip diğerinden çıkan tavsiyeler. Tüm bunlardan kaçıp kendini Bodrum'da bir köye atmış adama Harrods'a git demek çok anlamlı değil...

Oxford'a metro ile gittim. Sabahın bu ilk saatlerinde Zincirlikuyu-Söğütlüçeşme metrobüsünden çok da farklı bir görüntü yoktu doğrusu. Tek fark insanlar medeni. Öyle içeri ve dışarı hücum edenler arasında bir savaş dönmüyor. Londra'nın batısına ayak basar basmaz bir büfede çay, sandviç ile kahvaltımı yaptım. Planım doğuya, otele doğru Thames nehri boyunca yürümekti. Ama önce kendime bir bisiklet şapkası ve yine bisikletim için sayaç alacaktım.

Rapha Cycling Club London

Rapha'yı bulmam zor olmadı. Bana bisiklet konusunda ilham veren özel bir marka. Dünya genelinde fazla mağazası yok ama seveni çok. Ben de onlardan biriyim. Genelde markalarla aramda bir mesafe olmasına dikkat ederim ama Rapha benim yol arkadaşım gibi bir duruşa sahip. O yüzden burada kısa bir övgüyü hak ediyor. Bilgisayarıma sayaç nerede bulabileceğimi sorduğumda, çalışanı aracılığıyla Rapha da bana arkadaşlığını somut olarak gösterdi. Satış görevlisi arkadaş bilgisayardan diğer mağazaların stoklarına bakıp aradığım ürünün Londra'nın doğusunda iki dükkanda da olduğunu söyledi. Ne güzel! zaten oraya doğru yürüyecektim.

Günlük 2 Pound. Hepsi de bakımlı temiz...

Bir şehri yürümek orayı tanımak adına en güzel eylem. Üstelik hava 17°C ve güneşliydi. Şurayı göreyim, buraya gideyim gibi bir amacım da olmayınca, her şey karşıma bir sürpriz gibi çıktı. St. James parkını geçip yüzümü doğuya dönünce Parlamento binası, Big Ben, Thames nehri -ki kıyıyı takip edecektim- St Paul Katedrali gibi jenerik ama daha önce görmediğim yerleri görmüş oldum. Ancak kıyıyı takip eden bisiklet otobanı daha çok ilgimi çekti doğrusu.

Burada yürümek iyi geldi.
Birden karşıma çıkıverdi!
İçinde kendimin bulunduğu tek öz çekim. Bu gezide video çekmekten fotoğrafı unuttum.
Buradan otele doğru yürüyeceğim
Londra'ya bahar bizden evvel gelmiş.
St. Paul Katedrali
Bisiklet otobanı!!!
Her yerdeler!

Yol beni Spitafields'e kadar getirdi. Artık otele bir kuş uçumluk mesafedeydim. Spitafields aslında bir pazar alanı. Temiz, ferah, düzenli ve dolaşırken kendinizi iyi hissediyorsunuz. Burada da Hülya'nın hep almak istediği sırt çantası karşıma çıktı. Bu sıkışık zamanda hediye aramamayı düşünmüştüm ama şanslı günümdeymişim. Daha sonra da aradığım mağazayı ve istediğim bilgisayar sayacını buldum. Artık alışverişler internet üzerinden yapıldığı için ürünlerin vitrinlerde sergilendiği büyük dükkanlara gerek yokmuş. Yol üstünde, üzerinde tabela olan ama daha çok depo ofis görünümlü birçok mağaza gördüm.

Etkinliğin teması "missthesun?" olup, mekan siyah beyaz olunca orayı renklendirmek için portakallar alınmış, turuncu ışıklarla tadı değiştirilmiş, Akdeniz havası estirilmeye çalışılmıştı. Üzerine resim çizileceğim pano ben oraya vardıktan az sonra geldi. Panoyu da önceden ben hazırlamış, üzerine dijital olarak Fethiye, Kalemya koyunu çizmiştim. İşte bu instagram tanınmışları da uygun noktalara resimlenecekti. Gerginliğimi anlatamam. Belki panonun verdiğim ölçülerden küçük basılması avantajım olabilirdi fakat bir yere sabitlenememesi ayrı bir sıkıntıydı. Başta patronum Murat Bey olmak üzere, Ceyda, İpek, Özgür ve Göze rahat olmam konusunda epey uğraştılar. Ben de akışına bıraktım.

Shorditch Platform ilginç bir yer (Google)
Bu mekanı tasarımcı mimar Alex Meitlis tasarlamış. (Google)

İnsanlar gelmeye, mekan dolmaya başladıkça benim de birkaç saatlik maratonum başladı. Telefonla konuşurken defter kenarına karalama yapar gibi basit kalmaya çalıştım. Rahatsız bir pozisyonda çalışmama rağmen gittikçe rahatladım hatta eğlenmeye başladım. Zira geceye katılan instagram tanınmışları -fenomen demiyorum, fenomenlik geçici- genç ve renkli karakterlerdi. Rahatlamamda onlar da epey rol oynadılar. O kadar eğlendik ki bunun bana geri dönüşü hızlı oldu. Etkinliğin birkaç kere tekrarlanması konusunda müşterim kararlıydı. Tabi bir de bana sorun! Tüm gece nefes almadan çizdim durdum. Eğilerek, bükülerek çalışmak fiziksel olarak epey yordu beni. Çok yorulduğumda yanıma gelen o gençlerle kısa muhabbetler yaptım. Dünya onların çektikleri fotoğraflar, tavsiyeleri vs üzerinden dönüyor. Bu şekilde para kazanıyorlar.

Orada ne yaptığıma dair en düzgün bu fotoğrafta ne yazık ki titrek.
Sabah 4:40. Otelden caddeye son bakış...

Cuma sabahı Levent'teki ofise gittiğimde, nasıl geçtiğini soran ofis arkadaşlarıma Londra'yı anlatırken bu yazıyı kafamda yazdım. İnsan ister istemez biraz ballandırarak anlatıyor. Bunun üzerine Burak sordu, "Orada yaşar mıydın?" diye. Kafasından geçen bir hayali desteklememi istedi diye düşünüyorum. Çünkü günümüz şartları altında insanlar kendini bir Ege kasabasında değil, yurt dışında hayal ediyor. Son dönemde yurt dışına yerleşen arkadaşım ve tanıdıklarımın arasında hatırı sayılır bir artış var. Yine de "Eşeğe altın semer vursalar..." deyimindeki eşeğim dedim tüm samimiyetimle. Ben zaten yaşamayı istediğim yerdeyim...

Yorumlar

  1. Su gibi anlatmışsınız.. ne güzel.. tez zamanda köye kavuşula :) Sevgiler,

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. teşekkür ederim. köyüme kavuştum :) tek dileğim hemen bir istanbul seyahati daha çıkmasın...

      Sil
  2. Çok yaşa Ahmet :) çok gez, çok gör, çok anlat. Sevgiler...

    YanıtlaSil
  3. Ahmet Bey ne güzel bir gezi yazısı olmuş. Son zamanlarda bütün gezi yazıları nerde ne yedim, nerden ne aldım modunda olduğu için bu benim çok hoşuma gitti gerçekten de. Sevgiler.

    YanıtlaSil
  4. Ayaküstü anlattıkların şimdi anlam kazandı.
    Zamanını çok iyi değerlendirmişsin.

    YanıtlaSil
  5. Çok güzel bir anlatım olmuş. İnsanlar geçici olarak gittikleri yerleri sevebiliyorlar. Ama iş orada yaşamaya gelince biraz durup düşünmek gerekiyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. sahiden de "davulun sesi" uzaktan hoş geliyor. bodrum'a taşınalı 3. seneye yaklaşıyor, başta hayal edilen, umulduğu gibi olmadığını anlatmaya çalışıyorum ben de... teşekkür ederim yorumunuz için.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu da geçer Ya Hu

Ege kralı…

Bodrum’da 1 yılın ardından