3 gün İstanbul

İstanbul seyahatlerimin %80'i işle alakalı oluyor. Bu sebeple çoğu kez yapmak isteyip kafamda kurduklarımın yanına bile yaklaşamıyorum. Antalya turu yani bayram sonrası İstanbul'da 1 hafta turist olduğumda dahi hayallerimin epey uzağında kaldım. İşin doğrusu zamanımı verimli kullanma becerisi gösteremedim. Geç kalkmalar, evden saçma saatlerde çıkmalar gün hırsızlığından başka bir şey değil. Buna engel olan koşullar ve kişiler kadar kendime de kızıyorum. Çünkü zaman kaybetmek gibi bir lüksümün olmadığı ikinci hayatımı yaşıyorum.

Bence artık İstanbul'da trafik duruyor.

Bu sefer Işık Festivali için cuma sabahtan yollandım İstanbul'a. Organizasyonunda imzası bulunan şirketimle bu gururu paylaşmayı kaçıramazdım. Akşam yapılacak basın toplantısının ardından 23 sanatçının Zorlu Center'daki sergilenecek çalışmaları izlenecekti. Öyle de oldu. Sergiden sonra düzenlenen partide çalışma arkadaşlarım ve müşterilerimle bol bol Bodrum, biraz da iş konuştuk. Böylece uzakta olduğum iş trafiğinin nabzını tuttum. Uzaktan çalışmak güzel olmakla birlikte şirket içi ve bağlı olduğu kurumlar arasındaki tansiyonu hissetmek gerek. Doğal olarak bu nabzı Bodrum'dan tutamıyorum. Herkes mutlu mu? Gergin mi çalışılıyor? Kriz yaşandı mı? bilmiyorum. Bu hayatımız için atılacak yeni adımlar için önemli. Her şey güllük gülistanlık sanırken sert bir sürprizle karşılaşmak istemem doğrusu. Her ne kadar hevesli olmasam da arada bir İstanbul'a gitmek gerek. Hele başta kendime olmak üzere eşe dosta da zaman ayırabilirsem İstanbul yolculuklarım keyifli hale gelebilir. Gerçi bu sefer kimselere söz vermedim, program yapmadım. Söz, başlı başına bir sorumluluk ve kendi dışımdaki nedenlerden dolayı tutması epey zor oluyor. Aynı sorumluluk hep bir yerlere yetişme telaşı yaratırken, kurumayan, soğuk ve zar gibi bir ter hediye ediveriyor. Açıkçası bu duyguyu sevmiyorum.

Kasım ayında bir Işık Festivali'miz oldu.
Zorlu Center metro girişinde güzel bir sürprizle karşılaşmak hoştu.
İstanbul'da son dönemde gördüğüm en renkli şey, Işık Festivali oldu.
Zorlu Center 

Bu kez Cumartesimi heba etmeyeceğim diyerek, kahvaltıdan sonra kendimi hemen dışarı attım. Verdiğim tek sözü(*) yerine getirmek üzere Sirkeci'ye gittim. Hava harika olunca sokakları cıvıl cıvıl, toplu taşıma tıkış tıkış ve trafiği gıdım gıdım bir İstanbul klasiğinin kucağında tıngır mıngır yolculuk ettim. Acelem olmadığından, bir İstanbullunun sinirlenebileceği hiçbir şey gözüme batmadı. Ucunda artık Bodrumlu olmanın da bir etkisi eminim vardır.

*Yaz boyunca Yakaköy'de dikkatimi çeken en güzel şeylerden biri; köyün neredeyse tüm çocuklarının bisiklete biniyor olmasıydı. Zaten çoğuyla tanışmama vesile olan şey de bisiklettir. Zaman zaman lastiklerini şişirmem için uğrayanlar dışında patlak lastiklerini tamir edip edemeyeceğimi soranlar çıkıyordu. İşte Sirkeci'ye gitme nedenimi bana onlar vermiştir. İki kutu yama takımı aldım. Kendi bisikletim için de iç ve dış lastikler, yarı çalışır durumdaki fenerimin yenisi ve Bodrum'da bulamadığım zincir yağından aldım. Levent Abi'nin, Hülya binsin diye Muğla'dan getirdiği bisikleti de elden geçirebilirim diye düşünüyordum. Bir de Hülya'nın sipariş ettiği kalemleri Cağaloğlu'nda bulup aldım. Üstüne Eminönü'nde dolaşmak da çok iyi geldi.

Dönüşte Kabataş'tan otobüse binmek yerine, Beşiktaş'a yürüyüp döner yemek istedim. Bankalar caddesi boyunca yürürken sol köşede duran Define Büfe'nin müdavimiyimdir. Çünkü dönerinin şifalı olduğuna inanırım. Saçma olduğunu biliyorum; şöyle ki, kemoterapi gördüğüm dönemde yediklerimden tat alamazdım. Malum o ilaçlar iyi kötü her şeye saldırmak üzere programlanmış. İyileştirdiği kadar hasta da ediyor aslında. Bağışıklık sistemi diye bir şey kalmıyor. Ayrıca tat alma duygumu da yok etmişti. Ne yersem yiyeyim sanki metal bir kaşık ısırmışım duygusuna kapılıyordum. Ağzımın içinde o soğuk tat dönüp dururdu. İşte, bu duygumu tekrar kazandığım yer gizlice kaçıp gittiğim Define Büfe'dir.

Fotografı Google'dan buldum.

Dönerimi yerken, bir de ne göreyim! kırık tablet camını tamir ettirebileceğim bir yer duruyor karşımda. Bir gün önce Zorlu Alışveriş Merkezi'nin içindeki Apple mağazası kendi ürünü tabletime burun kıvırırken, bu daracık dükkan dolup taşıyordu. Tamir için güzel bir süre de verince sevgili dostum, aynı zamanda meslektaşım Mehmet Gözetlik'i aradım. Müsaitti ve Beşiktaş'ta başka bir yere oturup bol bol sohbet ettik. Zaten teknolojinin tüm nimetlerini değerlendirerek beni Bodrum'da da hiç yalnız bırakmaz. Günün sonunda elimdeki paketleri de bizzat koliledi. Bana bir kez daha kocaman mutluluk veren yegane insan. Araya onun benim hayatımdaki özel yerini anlatan küçük bir anekdot sıkıştırmak istiyorum.

Teşhisle birlikte doğal olarak insanı bir korku alıyor. Kanser bu, ister testiste çıksın, ister akciğere sıçrasın şakası yok. Yalnız nasıl yaptım bilmiyorum ama bu korku ilk günle sınırlı kaldı. Sonraki günler hiçbir şekilde isyan etmedim. Moralim bozuktu ama kabullendim ve üzülme işini çevremdekilere bıraktım. Bazen ölümden bahsettiğim oluyordu. Karşılığında büyük kalkışmalar, "ağzından yel alsın!"lar, tahtalara vurmalar ve hatta gizli gizli gözyaşları. Bu tepkilerin her biri, duygularımın, hissettiklerimin önüne bir set çekme çabasıydı elbette. Kimse benimle hareket etmeyi aklına getirmiyordu ki onları suçlayamam. Lakin hiçbir tahtaya vuruş, "öyle deme!" üzüntüsü veya içerden duyduğum hıçkırık beni rahatlatmıyordu. Birinin de ölürsen ölürsün ne yapalım demesini bekledim...

İşe o günlerden birinde Mehmet uğramıştı. Uzun bir sohbetin ardından sessizliğe bürünmüştük. Benim saçlarım döküldüğü için o da saçlarını kazıtmıştı. (Bu satırı yazarken yüzüme bir gülümseme oturdu bak.) Dedim ki ona; "Ölürsem bana bir mezar taşı tasarlar mısın?" Annem irkildi, eski kayınvalidem "tövbe tövbe" diyip tahtaya vurdu, gözler yaşardı, biri "ağzından yel alsın" deyiverdi... Mehmet gülümsüyordu. Yüzünde en ufak bir şaşkınlık ifadesi yoktu. Daha bunu görünce rahatladım. "Siyah mermer kullanırım ama" deyiverdi... Kemoterapi aldığım süre boyunca en rahat uyuduğum geceydi. Sanırım ben kendimi o günden sonra iyileştirdim.


Pazar sabahı anne ve babamla yaptığım kahvaltı sonrası biraz onlarla vakit geçirdim. Öğlen havaalanına doğru iki-üç gibi yola çıkacaktım. Babamla kahvemizi içtik balkonda. Hava şerbet gibiydi. Ardından bu yazıya oturdum. Sabah kardeşimin "Kahvaltı?" sorulu iki mesajını gözden kaçırmışım. Telefonla arayarak "gelip seni alalım hem yemek yiyelim, hem de seni metroya bırakırız" diyerek reddedilmez bir teklifte bulundu. Onlar gelene dek hem bu yazıyı hem de küçük çantamı toparladım.

Babamla kahvelerimizi, boğaza karşı mis gibi bir havada yudumladık.
Badem hiç bir şekilde fotografının çekilmesinden hoşlanmıyor.
Az kalsın rakımı içmeden dönüyordum Bodrum'a. İmdada birader, Burcu ve yeğenim yetişti.

Arabada sunduğu iki alternatif restorandan rakısı olanı seçtim. Bebek'e taşındığımda sahilden yürüyerek gidip gelebildiğim Arnavutköy'deki Mira'ya oturduk. Burayı seviyorum. Hem işletme, hem servis ve özellikle de mutfağı güzel. Boğaza dalıp gidebildiğin bir manzarası var. Önünden geçen trafik, arkasında denize oltalarını sallayan, yürüyen, koşan insanlar. Daha ötede gemiler, motorlar, küçük kayıklar. Çamlıca'nın üzerinde duran güneşin beyaz ışığı yumuşacık. Vızır vızır geçen bisikletlere yüzümde bir gülümseme (en az 50 saydım, Deniz "amcaaa, amcaaa, amcaaa" derken).. Sadece biz vardık. Kardeşim, Burcu ve yeğenim... Aileye ayrılmış bu pazar gününe sezonun ilk lüferini armağan ettim. Yanına da bir duble rakı... İlk yudumla beraber Bodrum'a dönüş yolculuğum başladı...

Yorumlar

  1. Yalıkavak'ta aldığımız evin tadilatı 15.gününde. İlk kontroller için, 18 kasım Çarşamba'ya bilet almıştım geçen hafta. Ve pazar günü sol dizimde inanılmaz Ağrılarla kıvranmaya başladım. Ne olacak diyebilirsiniz ama, sağ bacakta avasküler nekrozu olan, yıllar önce ameliyat olmasına rağmen iyileşmemiş,bir süre sonra kalça protezi taktıracak bir diş hekimi olarak ,elimde daha doğrusu ayağımda kalan tek sağlam ayakta sıkıntı yaşamak hiç eğlenceli değil maalesef.
    Ama ne oldu biliyor musunuz; nedense ,ayağımdaki sıkıntıya üzülmek yerine, canımı en çok sıkan şey, acaba Bodrum'a gidemeyecek miyim endişesi oldu. Neredeyse 1 ay olmuşken yaz dönemi biteli,bu ayrılık 3 günlüğüne de olsa sonlanacak diye sevinirken, kalan sağlam bacağımı kaybetme endişesi yerine Bodrum 'suz kalmak daha çok canımı sıkmıştı.
    Çok şükür ki bugün doktorumdan biraz iyi şeyler duyunca ve çarşamba gecesi Bodrum'da olabileceğim anlaşılınca bir keyiflendim ki sormayın.
    Sizin ve Serdar Benli'nin yazılarını okurken gözümün önüne hep şu manzara geliyor: sizler ,uzun yıllar mapus yatmış kader kurbanları,arada sırada eski mahkum arkadaşlarınızı görmeye cezaevi ziyaretleri yapıyorsunuz; bizler de müeebbete cezalı mahkumlar,yılda bir kaç kez şartlı izne çıkıyoruz. Çok mu karamsar oldu? Ama gerçekten böyle gözüküyor çoğu Zaman.
    Ne aşk mışsın be bodrum! Kış aylarında Bodrum'da olmanın hazzını bir kez tadınca insan,böyle hissediyor demekki!
    Eh , keyif rakısını içmek de yalıkavakta inşallah...
    Kalın sağlıcakla...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Özlemle dönülecek bir yeri olmalı insanın evet...

      Sil
  2. Aynı zamanlarda ordaymışız. Biraz daha uzun kaldım ben. Araya sevdiklerinle beraber olma vakti tanıdığında, beslendim de biraz. Lakin, cidden 6 günün sonunda Bodrum'a döndüğümde bir oh! çektim. İnsanın yaşadığı yere döndüğünde kendini iyi hissetmesi ne kadar büyük bir lüksmüş anladım. Eline sağlık.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu da geçer Ya Hu

Ege kralı…

Bodrum’da 1 yılın ardından